Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, pazartesi günü Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'ye resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Hindistan Başbakanı Narendra Modi tarafından ağırlanan Putin'in temasları sırasında, iki ülke arasında çok farklı alanlarda yatırımları içeren 28 işbirliği anlaşması imzalandı. Bu çerçevede, Hindistan'ın Rusya'dan temin edeceği silahlarla ilgili teknik ayrıntılar da netleştirildi. Hindistan Savunma Bakanlığı'nın 'dönüm noktası' şeklinde nitelendirdiği mutabakatla, Hint ordusunun silah kapasitesinin ciddi biçimde yükseltileceği kaydedildi.
Putin'in Delhi ziyareti, Hindistan'ın son yıllarda kendisini konumlandırdığı uluslararası pozisyon düşünüldüğünde, oldukça ilginç bir vakte rastladı. Çin'le çok uzun süredir sınır ihtilafları yaşayan Hindistan, kendisini güvenceye alabilmek için ABD ile yakınlaşma siyasetini tercih etmeye başlamıştı. Çin'le Rusya arasındaki 'uzun senelere dayalı' dostluk ve ittifak düşünüldüğünde, Putin'in Hindistan'da boy göstermesinin 'olağanüstü düzeyde sembolik önem' taşıdığı açık.
Bir araya geldiği dünya liderlerini 'aşırı sıcak' biçimde kucaklamasıyla kekre bir şöhrete kavuşan Hindistan Başbakanı Narendra Modi, ABD eski Başkanı Donald Trump'la özel bir hukuka sahipti. Trump 2020'nin şubatında Yeni Delhi'yi ziyaret ettiğinde sıra dışı bir kalabalık ve organizasyonla karşılanmış, kendisine adeta 'imparator' muamelesi yapılmıştı. Trump ise, Hindistan'a gelen yabancı liderlerin genellikle dikkat ettiği o çizgiyi aşarak, Delhi'deki muhataplarına Pakistan ve Keşmir meselelerinden söz etmiş, Pakistan Başbakanı İmran Han'la dostluğundan dem vurmuştu. Modi'ye övgüler yağdırarak durumu dengeleyen Trump'ın sözleri, Hindistan cephesinde hafif bir soğuk duşa yol açmıştı.
Yine Modi-Trump dostluğunun meyvelerinden biri olarak, Dörtlü Güvenlik Diyalogu (QUAD) bu dönemde diriltildi. İlk kez 2007'de kurulan ve ABD, Hindistan, Japonya ve Avustralya'nın katılımıyla oluşturulan, ancak sonrasında sürüncemede kalan QUAD'ın açık bir şekilde Çin'e karşı birleşik bir cephe şeklinde tasarlandığı belliydi. 2017'de QUAD yeniden hayata geçirildiğinde, bu durum sadece Çin'in değil, Rusya'nın da tepkisine yol açmıştı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, oluşan manzarayı 'Batı'nın Hindistan'ı Çin karşıtı oyunlara dahil etmeye çalışması' olarak yorumlamıştı. Hindistan 'QUAD'ın askerî bir amacı yok ve herhangi bir ülkeyi de hedeflemiyor' şeklindeki savunması, Moskova'yı ikna etmemişti. QUAD'ın işlevi ve Hindistan'ın oradaki varlığı konusunda hala aynı noktada duran Rusya'nın, bizzat Vladimir Putin eliyle Hindistan'ı 'Amerikan kampı'na kaptırmamaya azimli olduğu anlaşılıyor.
Rusya ve Hindistan'ın ortak çalışabilecekleri sahalardan birinin de Afganistan olduğu, bütün siyasî gözlemcilerin üzerinde ittifak ettikleri bir husus. Taliban'ın 'aşırı' güçlenmesi ve bölge ülkelerine 'terör' ihraç etme ihtimali karşısında duyulan endişe, iki ülkenin Afganistan bağlamında paylaştığı en büyük hassasiyet. Ancak Afganistan cephesinde Hindistan'ın iki dişli hasmı da sahnede: Pakistan ve Çin. Yeni Delhi'nin bu karmaşık denklemin orta yerinde kendisine nasıl bir menfaat devşirebileceği ve bunu hangi yollarla sağlayacağı henüz muamma. Rusya'nın Pakistan ve Çin'i bir tarafa bırakıp, Afganistan'da bütün yumurtaları Hindistan sepetine koymayacağı da açık.
Narendra Modi yönetimi, Hindistan içindeki Müslüman azınlığa –yaklaşık 220 milyonluk nüfusla dünyanın en kalabalık Müslüman azınlığı aynı zamanda– karşı son derece ırkçı ve kaba bir yaklaşım içinde. Zaman zaman artan ve azalan, ama hiçbir biçimde sona ermeyen fiilî saldırganlıklar, Modi'nin artık kemikleşmiş politikasına ve oy toplama yöntemine dönüşmüş durumda. İronik biçimde, hem Taliban örneği üzerinden Hint Müslümanlarının 'radikal' eylemlere girişebileceğinden endişe ediyorlar hem de Müslümanlara yönelik aşağılama ve baskı siyasetlerini her geçen gün yoğunlaştırıyorlar. Buna mukabil, Rusya'nın kendi içindeki Müslüman azınlığa yönelik tavrındaki rahatlık, Hindistan'la asla mukabele edilemeyecek düzeyde. Putin elbette bu Müslüman nüfusu kendi politikalarına uygun biçimde şekillendirmek için siyasî, ekonomik ve dinî her türlü tedbiri alıyor, ancak uygulamada Müslümanların yaşadığı nispî bir özgürlük mevcut.
Bizim sormamız gereken soru ise şu: Bunca Müslüman nüfus, kendisinin merkezde olduğu tüm bu politikalara ve siyasî hesaplara karşı, nasıl bir yol haritasına ve hareket planına sahip? Yoksa sadece akıntıya kapılıp gitmekle mi meşgul?
(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.