Hz. Peygamber; 'Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir' buyurmuş. Bu kaide sosyal hayatta nasıl geçerliyse, aynı şekilde uluslararası ilişkiler için de öylece geçerlidir. Şimdilerde ülkemizin dış politikası çoğu zaman asgari tutarlılık noktalarında bile zafiyet göstermektedir. Bugün düşman olarak tanımlanan, yarın kolayca dost olabilirken, bugün dost olan ise yarın çok rahatlıkla düşman ilan edilebilmektedir. Aynı zamanda özellikle konum ve tavır belirlenirken sürekli 'kırmızıçizgi' söyleminin kullanılması da ayrı bir sıkıntı olarak ortaya çıkmaktadır. Tavır değişikliği o veya bu gerekçeyle gündeme geldiğinde, daha önce hakkında büyük laflar edilen konular, yani 'kırmızıçizgi' olarak tanımlanan başlıkların hiç hatırlanmaması, içeride ülke yönetimine ne kadar güvensizlik doğuruyorsa, dışarıda da büyük zararlar verebilmektedir.
Bu uzunca girişi Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan'ın Türkiye ziyareti üzerine yapma ihtiyacı hissettim. Yaklaşık 10 yıldan beri, Arap Baharı süreciyle başlayan, ardından 15 Temmuz darbe kalkışması ile yaşanan gelişmeler Türkiye ile BAE arasında büyük krizlerin yaşanmasına sebep olmuştu. Arap Baharı sürecini 'halkların haklı taleplerinin istismarı' olarak kurgulayan emperyalist güçler, karışan/karıştırdıkları ülkelerde hep sözde demokrasi vurgusunu öne çıkarmışlardı. Türkiye gelişmelerin ikinci perdesini görememiş, bu söyleme inanmış, hatta kimi karışan ülkelerde sükûnetin sağlanmasının ardından masada yer alabilmenin hesaplarını yapmıştı. Bizlerin beklediği ve sürekli uyardığı gibi evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü karar verici olamadığınız bir konuda, yüzleşmek zorunda kalacağınız tek şey alınan kararların olumsuz sonuçlarından doğrudan etkilenmek olacaktır. İşte Türkiye Suriye'de, Libya'da, Mısır'da bu sonuçlarla yüzleşmek durumunda kaldı. Şimdi buralardan nasıl çıkış bulabiliriz diye mücadele ediyor. Yeri gelmişken ifade edelim; Türkiye bütün bu krizleri yönetebilecek ve krizlerden çıkış yollarını devlet aklı içinde bulabilecek dünya üzerindeki nadir ülkelerden biridir.
Diğer taraftan BAE Arap Baharı sürecinin yıkıcı etkilerinin kendisine uzanmaması için radikal tedbirler aldı. Ancak bu kritik süreci emperyalizmle mücadele ederek değil, onlarla işbirliği yaparak atlattı. Türkiye'yi ilk başta karışan ülkelerle düşman edenler, aynı zamanda BAE ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle de düşman ederek bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflediler. Bu ülkelerle zaman zaman Libya özelinde sıcak çatışma ihtimalleri bile gündeme geldi. BAE, Suudi Arabistan ve Mısır'ın Türkiye'nin planlarını karıştırıcı vazifeler üstlendikleri zamanları yaşadık. Bu arada BAE'nin 15 Temmuz darbe kalkışmasının 'finansörü ve planlayıcılarından birisi' olduğu Türkiye'de üst düzey yetkililer tarafından doğrudan ülke ismi verilerek ifade edildi. Bu açıklamalar iktidarı destekleyen kimi gazetelerin 'Şerefsiz Bunlar' manşetiyle kamuoyunun karşısına çıkmasına sebepler oluşturdu. Bu yaşananlar apaçık hala zihinlerde canlıyken, 15 Temmuz gibi her bir insanımızın hafızasından silinmesi mümkün olmayan ve 251 insanımızı şehit verdiğimiz bir kalkışmanın arkasında BAE'nin de olduğu devlet tarafından tespit edilmiş ve buna rağmen, hukuki, siyasi gereği yapılmadan BAE ile ilişkiler düzeltilmişse bu zaten ayrı bir fecaattir. Yok, eğer böyle bir net bilgi olmadığı halde tahminler üzerinden BAE suçlanmış ve delilsiz bir şekilde bu açıklamalar dile getirilmişse bu da apayrı bir fecaattir.
Ayrıca BAE'nin Türkiye'ye 10 milyar dolarlık yatırım yapacağı açıklandı. Bu yatırımların hangi alanları kapsadığına dair de kamuoyu tam olarak bilgi sahibi değil. Hele de Aselsan gibi Türkiye için can damarı denilebilecek bir kurumla ilgilendiklerine dair iddialar çok ciddi endişeleri de beraberinde getirmektedir. Umarım bu iddialar şehir efsanesinden öteye geçmez. Yoksa bu durumda Türkiye'nin ekonomik krizden çıkış adına sonu malum olan ölümcül riskler aldığını gösterir ki, bu adımın üzerine söylenecek artık söz de kalmaz. Neresinden bakarsanız bakınız, anlamanın, yorumlamanın çok zor olduğu bu zikzaklar son tahlilde 'iktidarın bir bildiği vardır' gizemli sözüyle takdim edilerek geçiştirildi. Bir de sanki yeni bilinen bir şeymiş gibi 'dış politikada çıkarlar esastır' cümlesi sığınılan bir diğer ifade oldu.
Bu oyunun sonsuza kadar böylece sürüp gideceğini düşünmek nasıl bir rahatlıktır onu anlamaktan epey uzağım. Ancak bildiğim bir şey var; 'stratejide yaptığın hatayı, taktik planda çözemezsin'. Türkiye hinterlandının karıştırılmasına verdiği doğrudan ve dolaylı desteklerle hayati bir stratejik hata yaptı. Taktikler ancak yeni oluşturulacak stratejiler için zaman kazandırabilir. Eğer bu süre de doğru değerlendirilmezse, hasar daha da kalıcı hal alabilir. Sonuç olarak Türkiye dış politikası kimi temel, olması gereken yaklaşımlardan bağımsız yol almaya çalışıyor. Bu durum çok uzun süre taşınamaz. Çünkü bu yöntem eşyanın tabiatına aykırıdır. Bir de Türkiye dış politikasında akıl ve duygu dengesini ayarlamak zorundadır. Rahmetli üstad Sezai Karakoç, Anadolu Ajansı tarafından yapılan ama nedeni kendilerinden menkul yayınlanmayan röportajında dile getirdiği, 'Kendi aklı ile düşünmeyen bir çevrenin, bir kitlenin, bir aydınlar grubunun varacağı bir yer yoktur. Önce kendi aklımıza dönmemiz lazım' sözleri çok önemli bir uyarıdır.
Bir de dış politika sürekli uçlarda yürütülecek bir alan değildir. Her fırsatta 'kırmızıçizgi' ilan edilerek diplomasi de yapılamaz. Bu yaklaşım gerçek kırmızıçizgilerin içini boşaltır. BAE ile yaşanan süreç akılların başlara gelmesi için bir fırsat olur mu emin değilim. Beni asıl korkutan şey şu; Kıbrıs'ta bir arkadaşımız, 'Babam 2004-Annan Referandumu için sandığa giderken, gözyaşları içinde istemediği halde 'evet' oyu verdi. Çünkü Türkiye böyle istiyor' dediğini aktarmıştı. Şimdi de bu Kıbrıslı büyüğümüz gibi kimi insanlarımız inanmadıkları halde, iktidardaki destekledikleri parti zarar görmesin diye, kendilerini yanlışlara evet demek, sessiz kalmak zorunda hissediyorlarsa, işte burada bize düşen şey karaları bağlamak olur. Oysa her bir insanımıza düşen asıl görev, kime yaradığına bakmadan doğruların yanında durmak, kimin olumsuz etkileneceğini düşünmeden, yanlışın karşısında kararlı bir şekilde duruş sergilemek olmalıdır. Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılarından başkaca çıkış yolu da yoktur.