Suudi Arabistan'ın Cidde kenti, geçtiğimiz çarşamba oldukça önemli bir toplantının açılışına şahitlik etti. 'Rusya ve İslam Dünyası' üst başlıklı üç günlük toplantı, 'Diyalog ve İşbirliği Perspektifleri' unvanını taşıyordu. Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz'i temsil eden Mekke Valisi Prens Halid el Faysal'ın konuşmasıyla başlayan oturumlarda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin adına Tataristan Cumhurbaşkanı Rüstem Minnihanov yer alıyordu. Protokolde ayrıca Mısır Müftüsü Şevkî Allam ve diğer ülkelerin müftü veya diyanet işleri başkanları vardı.
Halid el Faysal, Suudi Arabistan ile Rusya arasındaki ilişkilerin 95 yıllık uzun bir maziye sahip olduğunu vurguladığı konuşmasında, Moskova ile Riyad'ın her alanda ortaklığı bulunduğunu kaydetti. İki ülkenin dinî kurum ve şahsiyetlerinin işbirliğinin de ayrıca büyük ehemmiyet taşıdığını belirten Prens, Rusya Federasyonu topraklarında yaşayan 20 milyondan fazla Müslüman sebebiyle, Rusya'nın İslam İşbirliği Teşkilatı'nda 'gözlemci üye' statüsüyle yer aldığını hatırlattı.
YARIM ASIRLIK KOPUŞ
Tarafların gülücüklerle ve jestlerle süslenmiş konuşmalarındaki iyi niyet ifadeleri ve temenniler ne kadar yoğun olursa olsun, Suudi Arabistan'la Rusya arasındaki '95 yıllık' ilişkinin yaklaşık 50 yılında iki ülkenin birbiriyle hiçbir irtibatı yoktu. Bu durumun arka planında ise, trajik bir hikaye gizliydi:
Sovyet yönetimi, Cidde'deki başkonsolosluk makamı için, 1924 yılında Kerim Abdurraufoviç Hakimov adlı Müslüman bir Tatar'ı tercih etmişti. Kral Abdülaziz ve ordusunun Hicaz'ı ele geçirmesinden hemen sonra, 16 Şubat 1926'da Abdülaziz'i bizzat ziyaret eden Hakimov, ülkesinin dostluk ve saygılarını iletmişti. Sovyetler Birliği, o dönemde 'Hicaz ve Necd Kralı' olarak bilinen Abdülaziz'in Arabistan'daki hakimiyetini tanıyan ilk ülkeydi. Arapçayı ana dili gibi konuşan Hakimov'un aynı zamanda dindar bir Müslüman oluşu, Sovyet Büyükelçi ile Kral arasında sıcak bir dostluğun doğmasına yol açtı. 1932'de Suudi Arabistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra da, Sovyetler Birliği'nin bu yeni ülkeye ilgisi yoğunlaşarak sürdü. Tüm bu süreç, tamamen Kerim Hakimov'un şahsî gayret ve teşebbüslerinin neticesiydi.
Her şey yolunda gidiyor gibiyken, Kerim Hakimov, 1937'nin eylül ayında aniden ülkesine çağrıldı. Eşi ve kızı o sırada Moskova'da yaşayan Hakimov, rutin istişareler için davet edildiğini düşünürken, kendisini birden bire siyasî tutukluların toplandığı bir kampta buluverdi. Komünist Parti lideri Josef Stalin'in başlattığı cadı avının pençesi ona da uzanmış, 'ajanlık' sıfatıyla yaftalanmasına yol açmıştı. Kerim Hakimov, 10 Ocak 1938 günü, kendisi gibi onlarca 'politik suçlu' ile birlikte Moskova'nın güneyindeki Butovo'da kurşuna dizildi.
Tatar dostuna yapılanı hiçbir zaman affetmeyen Kral Abdülaziz, Sovyetler Birliği tarafından gönderilen yeni büyükelçiyi kabul etmedi. İki ülke arasındaki ilişkiler hızla koptu ve sonraki 52 yıl boyunca neredeyse hiçbir resmî irtibat gerçekleşmedi. Değişen iktidarlara ve farklı dönemlerdeki şartlara rağmen, Suudiler Rusya'ya olan mesafeyi ısrarla korudular.
Mekke Valisi Halid el Faysal'ın Suudi-Rus dostluğuna övgüler yağdırdığı konuşmasını dinlerken, elbette yukarıda aktardığım ayrıntıyı da akıllarda tutmak gerek. Zaten, bugün şahitlik edilen 'balayı'nı çok boyutlu anlamak ancak bu sayede mümkün. Geçmişte yaşananları bilenler için, bugünleri hayal etmek bile imkansızdı. Ama Ortadoğu'da hiçbir şey imkansız değildir.
TARİHİN HÜKMÜ
Cidde'de bu ilginç toplantının gerçekleştiği saatlerde, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid de beraberinde kalabalık bir heyetle Ankara'yı ziyaret ediyordu. Yukarıdaki paragrafın son cümlesinin teyidi mahiyetindeki bu ziyaretle, taraflar, bölgesel ve uluslararası sahadaki birçok uyuşmazlığı parantez içine alarak, ekonomik işbirliğinin yoğunlaştırılmasına yönelik çok sayıda anlaşmaya imza attı.
Bu bağlamda, Türkiye'nin dış politikasının İslam dünyasına bakan yüzünde, sürekli kendini hatırlatan bir ilkeyi görmek gerekir: Mümkün olduğu ölçüde, herkese elini uzatmak. İnsaflı ve vicdanlı biçimde Türk dış politikasını değerlendiren herkes, hiçbir kavga ve gerilimi başlatanın Türkiye olmadığını görecektir. Türkiye hep el uzatan, diyalog kapısını açık tutmaya çalışan, uzlaşma peşinde koşan, hatta bunu bazen kendinden kayıplar verme ve ağır eleştirilere uğrama pahasına yapan bir ülkedir. Adaletle bakan her gözün gördüğü bu hakikati, tarih de böyle kaydedecektir.
(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.