İngiliz Usulü

Abone Ol

Gazetemizin dünkü nüshasında haber olarak da okudunuz: Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, kurduğu kabinede iki Müslüman bakana yer verdi. Bosna Hersek kökenli Ed Husic ve Mısır kökenli Anne Aly, düzenlenen törende Kur'an'a el basarak yemin edip görevlerine başladı. Husic sanayi ve bilim bakanlığını, Aly de erken çocukluk eğitimi ve gençlik bakanlığını deruhte edecek.

Ed Husic ve Anne Aly'nin pembe renkli -herhalde bu seçim tesadüf değildi- mushaflara el basarak bakanlık koltuğuna oturması, sadece Avustralya şartlarında mühim bir hadise değil, aynı zamanda İngiltere'nin İslam'la ve Müslümanlarla kurduğu ilişkinin boyutları hakkında önemli ipuçları veren bir gelişme.

1700'lerden itibaren dünyanın dört bir yanında boy göstermeye başlayan Büyük Britanya, sonraki yüzyılda artık 'üzerinde güneş batmayan imparatorluk' haline gelmişti. Her kıtada uçsuz bucaksız toprakları hakimiyet altına alan İngilizler, milyonlarca Müslümanı da yönetmeye başlamıştı. İngiliz devlet aklı, aynı dönemde yine sömürgecilik yarışına çoktan başlamış olan diğer Avrupa milletlerinden -Fransızlar, Hollandalılar, Portekizliler vs.- daha farklı bir yol takip etti: Müslümanlarda var olan potansiyeli sömürürken, muhataplarına da bir miktar alan açmak. Çok boyutlu olarak birçok sahada ısrarla ve istikrarla tatbik edilen bu siyaset sonucunda, İngilizlerin ayak bastığı ve iz bıraktığı coğrafyalarda Londra ile dostane ilişkiler geliştiren veya Londra'ya muhabbet besleyen geniş kitleler ortaya çıktı. Bugün, İngiltere'nin, vaktiyle sömürdüğü hiçbir coğrafyada Fransızlar veya Hollandalılar gibi nefretle anılmamasının sebebi işte bu siyasetti.

İngilizlerin İslam'ı ve Müslümanları anlama, kendi emperyal hedefleri için bile olsa Müslümanlarla yakın ilişkiler kurma ve bu yolla kitleleri kazanma politikası, günümüzde de hız kesmeden devam ediyor. Avustralya'da iki Müslüman bakanın kabineye dahil edilmesi, bunun bir yansıması mesela. Yine, İngiltere'nin Sudan'daki büyükelçisi İrfan Sıddık'ın 2019 yılı Ramazan ayında Hartum'da birlikte iftar yaptığı Sudanlılara akşam namazı kıldırdığı sahne hala hafızalarda.

Sadece uzak coğrafyalarda değil, krallığın merkezinde de Müslümanların yüksek mevkilerde önemli görevler aldığı malum. Londra'nın Müslüman Belediye Başkanı Sadık Han, pratik bir örnek. Oysa Paris'te bir Müslümanın belediye başkanlığı koltuğuna oturması, mevcut şartlarda tasavvur dahi edilemez. Geçen cumartesi -28 Mayıs 2022- bu köşede 'Lübnanlı bakan' başlıklı yazımda anlatmıştım: Fransa'da Müslüman kökenli isimlerin bakanlık vazifeleri aldıkları vaki. Ancak orada da seçilen isimlerin, kendi kökleriyle kavgalı ve hatta açıkça İslam karşıtı çizgilerde bulunmaları dikkat çekiyor. Herhalde bu da Fransız devlet aklının İslam'la ve Müslümanlarla kurduğu ilişkinin biçimini aksettiren bir durum.

(İngilizlerin mezkûr tutumu, el altından desteklenen birtakım batınî ve nevzuhur fırkaların Müslümanlar arasında intişar etmesinde oldukça etken. İslam dünyasındaki türlü dinî akımların, sapkın hareketlerin ve modern beşerî dinlerin, Büyük Britanya'nın kontrol ettiği coğrafyalarda doğup yeşermesi elbette tesadüf değil.)

Kraliçe İkinci Elizabeth'in tahta çıkışının 70'nci yıl kutlamaları da, Müslüman dünya ile Londra arasındaki ilişkilerin yakınlığını gösteren bir başka nokta olarak öne çıkıyor bugünlerde. 1952'den beri kesintisiz tahtta oturan Kraliçe, sadece İngilizlerin ya da Batı'nın değil, Müslüman kamuoyunun da ilgi odağında. Elizabeth'in 96 yıllık uzun yaşamındaki her aşama güncel siyaset, yakın tarih ve magazinin ilginç bir karışımı olarak, dikkatle ve ilgiyle takip ediliyor. Her yer Kraliçe'nin 'Platin Jübile'sine dair haberlerle ve görüntülerle dolu. Bu durum elbette, batısıyla-doğusuyla, dünyanın her yerinde monarşilere ilginin hala canlı biçimde yaşadığının da bir göstergesi.

İngiliz devlet aklının perde arkasındaki teorisyenleri, Osmanlı İmparatorluğu'nu 600 yüzyıl boyunca ayakta tutan esasları ve yönetilen halklarla ilişkilerde gözetilen temel düsturları derinlemesine incelemiş midir? Bazı noktalarda tamamen aynı esasları tatbik ediyor oluşları, böyle bir incelemenin yapıldığını düşündürüyor doğrusu.

(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.