Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasının ardından, 1920'den itibaren bugünkü Suriye ve Lübnan topraklarını 'manda' yönetimi altına alan Fransızlar, 1934'te artık 'bağımsızlık' sözünü telaffuz etmeye ve bu yönde bazı hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Ancak bu bağımsızlık, Suriyeli Arap milliyetçilerinin tatmin olabileceği bir çerçeveden çok uzaktı, çünkü ülkenin batı kesimindeki dağlık bölgelerin Fransa kontrolünde kalmasını öngörüyordu. İleride 'Lübnan' adını alacak olan kıyı şeridini iç bölgelerden koparmayı planlayan Fransızlar, 'özgür' kılacakları geleceğin Suriye'sinin Akdeniz'e erişimini tümüyle imkansız hale getirme peşindeydi. Böylece Suriye bağımsızlığını kazansa bile, kolu-kanadı kırık bir ülke olarak sahneye çıkacaktı.
1934 tarihli plan, tahmin edilebileceği gibi, Suriye içinde büyük bir öfke dalgasına yol açtı. Humuslu bir ulema ailesine mensup olan Haşim Atasî Bey'in liderliğindeki manda karşıtı hareket, Suriye'nin bütün şehirlerinde organize gösteriler ve grevler düzenledi. Bu süreçte Fransa'da da bazı siyasi değişimler yaşanıyordu. Nihayet 1936'da 'Halk Cephesi' koalisyonu işbaşına gelip de Andre Leon Blum başbakanlık koltuğuna oturunca, Haşim Atasî ve diğer Suriyeli siyasetçiler, Suriye'deki Fransız mandasının bitirilmesi talebini Paris'le resmen müzakereye giriştiler. Sosyalist bir Yahudi olan A. Leon Blum, Suriyelilerin bağımsızlık talebine sıcak bakıyordu. Bu durum, 'dönemin ruhu'na da son derece uygundu.
Tam bu sırada, Fransa Başbakanı Andre Leon Blum'un eline, 15 Haziran 1936 tarihli bir mektup ulaştı. 'Fransa ile Suriye arasında müzakereler devam ederken, Suriye'deki Alevî [Nusayrî] liderleri olarak, sizin ve partinizin dikkatini bazı noktalara çekmek istiyoruz' diye başlayan mektupta, özetle şu mesaj veriliyordu: 'Lütfen Suriye'ye tam bağımsızlığını vererek bu toprakları terk edip gitmeyin ve bizi Sünnî çoğunlukla baş başa bırakmayın. Bizim inancımız, tarihimiz ve geleneklerimiz onlarınkinden tamamen farklıdır. Eğer Suriye'ye tam bağımsızlık verecek olursanız, onlar bizi buralarda yaşatmazlar. Alevî [Nusayrî] toplumu, 'Müslüman Suriye'nin içinde yer almayı kesinlikle reddetmektedir. Bölgemize bakarsanız, Müslüman olmayanlara karşı ne kadar büyük bir nefretin hakim olduğunu kendiniz de rahatlıkla görebilirsiniz…'
(Arap dünyasında Şiî inancının Nusayrîlik kolu için 'Alevî' tanımlaması yapılır. Ancak bu ibarenin Türkiye'deki dinî, sosyolojik ve kültürel çağrışımları farklı olduğu için, yukarıdaki paragrafta parantez içine 'Nusayrî' ibaresini ekledim. Nusayrî inancının ana akımında Hz. Ali'ye ilahlık atfetmek, reenkarnasyon inancı ve kendi özel kutsal metinleri çerçevesinde ibadet gibi esaslar mevcut. Asırlar boyunca Şiîlik içinde addedilmeyen ve 'sapkın bir fırka' olarak tanımlanan Nusayrîlik, 1973'ten sonra Lübnanlı Şiî lider Mûsa Sadr tarafından 'Şiîliğin meşru bir kolu' şeklinde tescillendi. Mûsa Sadr ile Hafız Esed arasında uzun yıllara dayanan bir dostluk mevcuttu. Nusayrîliğin 'makbul' sayılmaya başlaması, Esed'in 1979'dan sonra İran'la stratejik bir ittifak kurmasını da kolaylaştırdı.)
Mektubun altında, hepsi de Suriye'nin 'Cebelu'l-Aleviyyîn' (Alevî Dağlık Bölgesi) mıntıkasında yaşayan altı kişinin imzası yer alıyordu: Aziz Ağa Havaş, Mahmud Ağa Cedîd, Muhammed Bey Cüneyd, Ali Süleyman, Süleyman Mürşid ve Muhammed Süleyman Ahmed. Bu isimlerden Ali Süleyman, Suriye yakın tarihine damgasını vuran Hafız Esed'in öz babasıydı. Ali Süleyman, 1927 yılında, ailenin esas soyadı olan 'Vahş'ı (Vahşi) değiştirerek 'Esed' (Aslan) yapmış, ikinci evliliğinden doğan dokuzuncu oğluna da 'Hafız' (Koruyucu) adını vermişti. Babası Fransızlara 'Lütfen gitmeyin, bizi terk etmeyin' mesajları yollarken, Hafız Esed henüz altı yaşında bir çocuktu.
Birkaç gün önce, müsamereyi andıran hileli seçimlerle oluşturulan 'Suriye Parlamentosu'nun Hatay'la ilgili saldırgan açıklamasını okuduğumda, aklıma 1936 tarihli o mektup geldi. Suriyeli sözde milletvekilleri, 'Hatay'ın Türkiye'nin elinde kalmaması ve geri alınması için her şeyin yapılacağını' söylerken ve Fransızların İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye ile ittifak kurabilmek için Hatay'ı 'rüşvet' olarak Türklere verdiğini iddia ederken, kendi yakın tarihlerindeki kara lekeyi akıllarına bile getirmemişlerdi.
İddialı çıkışlar, tatsız sürprizleri de beraberinde getirir her zaman.
(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.