'Birinci İntifada' adıyla tarihe geçen kapsamlı Filistin ayaklanmasının (1987) en keskin neticelerinden biri, örgütlü ve ideolojik olarak 'demir leblebi' sayılabilecek bir yapının ortaya çıkmasıydı: İslamî Direniş Hareketi veya meşhur kısaltma adıyla Hamas. Bu yeni yapı, hem 1960'lardan beri Filistinlileri temsil iddiasındaki sosyalist ve seküler fraksiyonlara 'İslamî' bir alternatif olmaya soyunuyor hem de İsrail işgaline karşı netice odaklı bir direniş vaat ediyordu. Hamas'ın Filistin sokağında bulduğu güçlü karşılık, o zamana kadar zıt kutuplarda duran işgal yönetimiyle Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) aynı safa doğru sürükledi. Bu garip 'düşmanımın düşmanı dostumdur' ittifakı, önce Oslo Anlaşması'nı, buna bağlı olarak da Filistin Yönetimi'nin kurulmasını doğurdu. 13 Eylül 1993 günü Beyaz Saray'ın bahçesinde İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat anlaşma için imzaları atarken, ABD Başkanı Bill Clinton da 'Ortadoğu'ya barışı getiren adam' pozlarında gülümsüyordu.

Ne var ki, Ortadoğu'ya barışın geldiği falan yoktu:

Filistinlilere 'yönetim' bahşedilmek suretiyle sokaklardaki gerilimin düşürülmesi, Hamas'a karşı FKÖ'nün desteklenerek Filistin'in uluslararası arenada sadece Arafat tarafından temsil edilmesinin sağlanması, böylece işgalin meydana getirdiği tahribat azaltılarak, İsrail'in güvenliğinin sağlanmasıydı olan-biten. FKÖ liderliği ise, Hamas karşısında kaybettiği mevzileri bu şekilde kazanabileceğini düşünüyordu.

Askerî ve siyasî kariyeri boyunca Filistinlilere karşı sergilediği gaddarlıkla ünlenen Yitzhak Rabin'in gayet stratejik hesaplarla attığı bu adım, İsrail içinde sarsıcı bir muhalefet dalgasının patlamasına neden oldu. İsrail şehirleri, aşırı sağcı Likud Partisi'nin oportünist lideri Benyamin Netanyahu tarafından organize edilen protesto gösterileriyle inlerken, Rabin'e 'Siyonist ideallerden sapmak', 'Yahudilerin kazanımlarını yok etmek', 'İsrail'i tehlikeye atmak', 'Teröristleri cesaretlendirmek' gibi suçlamalar yöneltiliyordu. Rabin ayrıca Adolf Hitler'e benzetiliyor, FKÖ ile anlaşmak Holokost'la kıyaslanıyordu. İş o noktaya vardı ki, yine Netanyahu'nun bizzat katıldığı bir protestoda, ellerinde tabut taşıyan kalabalıklar 'Rabin'e ölüm!' sloganları attı. Tam bu noktada, İsrail İç Güvenlik Servisi Şin-Bet, Netanyahu'yu uyarmak zorunda kaldı: 'Rabin'in hayatı tehlikede. Dilinizi biraz yumuşatın!' Netanyahu, bunu elbette kabul etmedi ve aynı zamanda bir tür seçim kampanyasına da dönüştürdüğü protestoları sürdürdü.

Derken, 4 Kasım 1995 akşamı, İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin, Tel Aviv'in göbeğinde bir Yahudi tarafından vurularak öldürüldü. Rabin'in katili Yigal Amir'in suikast gerekçesi olarak öne sürdüğü ifadeler, Benyamin Netanyahu'nun ağzından çıkanların aynısıydı. Şin-Bet'in korktuğu olmuş, protesto dalgasının meydana getirdiği öfke ve nefret atmosferi, Rabin'in sonunu hazırlamıştı. Netanyahu, Rabin'in öldürülmesinden sonra düzenlenen ilk genel seçimde başbakanlık koltuğuna oturdu, 1996-1999 arasında görevde kaldı.

Kudüs'te, genel olarak da Filistin ve İsrail'de son aylarda yaşanan gerilimlere bakınca, arka planda bütün gücüyle yeniden iktidara gelmeye hazırlanan bir Benyamin Netanyahu portresi görmemek mümkün değil. 'Netanyahu nefreti' ortak paydasında buluşan ama neredeyse hiçbir konuda aynı düşünmeyen sekiz partili bir koalisyonun devirdiği Netanyahu, siyasî çizgisi ve karakteri gereği kaostan besleniyor. Netanyahu ve müttefikleri için, Kudüs'te ve işgal altında bulunan bütün topraklardaki her karmaşa, mevcut İsrail hükümetinin yetersizliğinin ispatı. Dolayısıyla, ortalık ne kadar karışırsa, Netanyahu'nun iktidar hayalleri de o kadar canlanıyor. Bu nedenle, Yahudi yerleşimcilerin Mescid-i Aksa'ya baskın girişimlerini sadece Müslümanlara yönelik bir tahrik olarak değil, aynı zamanda İsrail hükümetini baltalama ve zayıflatma çabası olarak da görmek gerekiyor.

Cumhurbaşkanlığı makamının sembolik ve etkisiz düzeyde olduğu, kabinenin de yamalı bohçaya benzediği İsrail'de, gerilimi yönetebilecek bir siyasî irade görünmüyor. Yitzhak Rabin'in trajik akıbeti, İsrailli siyasetçilerin zihninde bir kabus şeklinde yaşamaya devam ediyor çünkü.

(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.