Yaklaşık bir sene önce (25 Mayıs 2020) Amerika Birleşik Devletleri'nin Minneapolis (Minnesota) kentinde bir bakkal dükkanında çalışan Christopher Martin adında genç bir tezgahtar bir müşteri alışverişini yaptıktan sonra mağaza müdürüne işlemde aldığı 20 dolarlık banknotun sahte olduğundan şüphelendiğini söyler. Bunun üzerine müdür de hemen polisi arar. Çok kısa sürede mağaza önüne gelen güvenlik kuvvetleri az önce dükkandan çıkıp arabasına binmiş olan siyahî George Floyd'u indirerek tutuklamak ister. Olay yerine gelen dört polis memurundan Derek Chauvin arabadan indirdiği Floyd'u yere yatırıp ters kelepçe ile gözaltına almaya çalışırken -görgü tanıklarının ifadelerine göre- yaklaşık dokuz dakika (9'29'') diziyle şüphelinin boynuna bastırdığı görülmüştür. Cep telefonu kameralarına yansıyan 'nefes alamıyorum' yalvarışlarına rağmen Chauvin'in diziyle bastırmaya devam etmesinin neticesinde Floyd hayatını kaybetmiştir.

29 Mart günü başlayan duruşmaların Amerika tarihine damga vuracağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Silahsız ve görünürde tehdit içermeyen siyah bir insanın beyaz bir polis memuru tarafından işlek bir cadde kenarında halkın bakışları ve cep telefonlarıyla kaydetmelerine aldırmadan katledilmesi kesinlikle sıradan bir hadise değildir. Zaten görüntülerin yayılmasından hemen sonra sadece Amerika'da değil dünyanın farklı kentlerinde 46 yaşında, polis tarafından öldürülen George Floyd'un son sözleri 'I can't breath' (nefes alamıyorum) öne çıkarılarak günlerce süren protesto gösterileri düzenlenmiştir. Son yıllarda artan ırkçı saldırılarda hayatlarını kaybedenler adına bu tür gösterilerin yaygınlaşması Amerika özelinde keskin bir siyah-beyaz ayırımının olduğunu ve bunun günümüzde de devam ettiğini göstermektedir.

Bunun yanında bu seneki Oscar film ödüllerine aday gösterilen filmlerin çoğunun siyahların uğradıkları ayırımcılığı konu edinmeleri de tesadüf değildir. Amerika'nın dünyanın geri kalanına ihraç ettiği kültürel norm dayatması artık sadece popüler kültür değil aynı zamanda kendi ülkesinde bir türlü önleyemediği ırkçılığı da içermektedir. Eskiden Batı'nın kendileri gibi olmayanlara karşı besledikleri nefret ve hoşgörüsüzlük, mesela siyahlar, Asyalılar veya Müslümanlara karşı düşmanca davranmaları meşrulaştırmaya çalışılırdı. Medya metinleri, özellikle de sinema alanında izleyicinin zihnini istedikleri gibi yönlendirmeye çalışmaları ve ister Vietnam Savaşı'nda kendilerini her zaman haklı göstermeleri ya da bizim 'kovboy filmleri' dediğimiz tür ile Amerikan yerlilerinin ne kadar vahşi oldukları ve beyazların kafa derilerini yüzmek istedikleri anlatılırdı. İnsanları etkilemenin en kolay yollarından birisi olan sinema sanatı ırkçı emperyalistlerin elinde tam bir propaganda aracına dönüştürülmüştü.

Özellikle 11 Eylül hadiselerinden sonra Hollywood sineması bu sefer eskiden daha az oranda karalama kampanyalarına konu ettikleri Müslümanlar üzerine yoğunlaşmışlardır. ABD'nin çıkarları doğrultusunda askeri saldırı yapmayı planladığı Müslüman ülkelerin dinleri, kültürleri ve demokrasi ile ne kadar uyuşmadıkları konularında kamuoyu oluşturma yöntemi olarak sinema kullanılmıştır. Ayrıca Müslümanlar hakkında Batı sinemasında bugüne kadar hemen hemen hiç müspet bir temsile rastlanmamıştır. Bunda Müslümanların henüz dünyaya hitap edebilecek seviyede film üretme seviyesine gelememiş olmalarının rolü büyüktür. Dışlanmış ve ayrımcılığa maruz kalmış gruplar arasında Yahudiler kendilerini anlatmanın ötesinde dünyaya belirli bir bakış kazandırmayı bile başarmışlardır. Günümüzde siyahlar da yetiştirdikleri yönetmenler ve başarılı oyuncular ile film endüstrisinde söz sahibi olmaya başlamışlardır. Ancak birkaç oyuncu dışında henüz siyahların gözle görülür bir başarısı yoktur. Ama konu edilip tartışılmaya başlanmasının yanı sıra siyahların Amerika'daki her türlü ırkçılık ve ayrımcılığa maruz kalmalarıyla ilgili filmlerin üretilmesi bile başlı başına bir başarıdır. Artık tüm dünya siyahların Amerika tarihinde çektikleri eziyetler beyaz perdeye her geçen gün daha fazla aktarılmaya başlanmıştır. Bugün artık doğrudan 'Black Lives Matter' (Siyah Hayatlar Önemlidir) gibi çıkışlarla siyahlar kendi seslerini yükseltmektedir. Beyaz güvenlik güçleri elinde hayatlarını kaybeden siyahların sayılarının artması 19. asrın sonlarında ABD'deki ekonomik krizden etkilenen beyazların kayıplarından mesul tuttukları siyahları linç etmelerini akıllara getirmektedir. Kolektif bir suç olduğu için sorumluların ceza almamaları linç girişimlerini artırdığı gibi bugün de güvenlik kuvvetlerinin suçlulardan korunması amacıyla çıkarılan kanunlara güvenerek beyaz polislerin -belki de bilerek- siyah şüphelileri öldürmesine sıkça rastlanmaktadır.

George Floyd davası da dünyaya nizam vermeye çalışan Amerika'nın kendi içinde eşitlik ve adaleti sağlama konusunda ne kadar ilerlediğini veya en azından ne kadar iradeli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Uluslararası kamuoyunun yakından izlediği dava insanlığın kendisi gibi olmayan 'öteki'ne karşı ne kadar adil davranabileceğinin ölçüleceği bir yargılama olmaktadır. Geçen asırdan kalma linç fotoğraflarındaki gibi kurbanına karşı hiçbir merhamet emaresi göstermeyen Derek Chauvin şahsında tüm ırkçılara verilecek ağır bir ceza elbette George Floyd'u geri getirmeyecektir ama ders çıkarılıp sırf belirli özellikleri bizden farklı diye diğer insanlara saygısızlık etmemizi bir nebze de olsa önleyecektir. Ümit ederiz ki bundan sonra yaratılmış olanlar Yaratan'dan ötürü saygı görür ve haysiyetli bir hayat sürerler.