Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayid'in geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği günü birlik Ankara ziyareti, gündemdeki yerini hala korumaya devam ediyor. Mesele ülkemizdeki bazı çevrelerde 'Türkiye'nin takip ettiği siyaset' üzerinden tartışılsa da, asıl konuşulması gereken şey, BAE'nin çizgisindeki değişim. Çünkü Türkiye yine kendi istikametindeki yürüyüşünü sürdürüyor: Bütün seçenekleri masada tutmak ve hiçbir kapıyı kapatmamak. Birileri Türkiye'nin karşısında konumlanmışken şimdi yanına gelmişse, burada Türkiye'nin değil karşı tarafın değişimini analiz etmek gerekir. BAE'nin çizgisindeki değişimi anlayabilmek için ise, Arap cephesine içeriden bir bakışa ihtiyaç var.
YIKICI REKABET
Arap dünyasında bilhassa iki ülke uzun soluklu bir rekabet halindedir: Mısır ve Suudi Arabistan. Mısır, birçok yönden 'amiral gemisi' denmeyi hak edecek bir ülke olmasına rağmen, Suudiler de Mekke ve Medine'nin kendi topraklarında bulunmasının getirdiği prestijle hareket ederek, Arap ve İslam dünyasındaki nüfuz alanlarını genişletmeye çabalar.
Mısır hem İslam dünyasının modern dönemde ortaya çıkardığı en tesirli 'İslamcı' hareket olan Müslüman Kardeşler Teşkilatı'na ev sahipliği yapması hem de –Cemal Abdunnasır fenomeniyle efsaneleşen– Arap milliyetçiliğinin beşiğine dönüşmesi sayesinde, Arap dünyasında sıra dışı bir konuma sahiptir. En kalabalık Arap ülkesi olması, Süveyş Kanalı'nı uhdesinde tutması, Arap alemindeki en güçlü orduyu barındırması, Afrika ile Ortadoğu arasında çok yönlü köprü konumu, Nil Nehri'nin sağladığı stratejik avantajlar gibi çok sayıda unsurla birlikte, eline su dökülemez bir ülkedir. Suudiler, Mısır'ın tüm bu kozlarına karşılık, Harameyn'in manevî avantajlarının yanına Körfez ülkeleri arasında oluşturdukları petrol temelli ekonomik birlikteliği koyarak ve Arap-İslam dünyasının farklı ülkelerini peşlerine takarak cevap geliştirmeye çalıştılar. 1962-1970 arasında Yemen topraklarında Mısır'la Suudi Arabistan arasında yaşanan yıkıcı savaş, bu rekabetin en ölümcül sahnelerinden biriydi.
'Arap Baharı' adı verilen türbülans Ortadoğu'yu sarsmaya başladığında, Arap ülkelerinin tamamı bu fırtınaya hazırlıksız yakalandı. Eski rekabetler ve anlaşmazlıklar bir yana bırakılarak, statükoların sarsılmamasına ve kurulu düzenlerin yıkılmamasına odaklanıldı. Bu çerçevede, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve ondan ilham alan diğer hareketlerin ön plana çıkmaması hedefine kilitlenmiş bir siyaset benimsendi. Ancak iç rekabetler de yok olmuş değildi. Nitekim hemen her konuda sürekli anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları sıklıkla su yüzüne çıktı veya çıkarıldı.
MECBURİ İSTİKAMET
Örneğin 2017'nin haziranında Katar'a yönelik abluka kararı alındığında, Körfez'de iki önemli ülke –Kuveyt ve Umman– bu sürecin dışında kaldı. Nihayet abluka başladığı hızda bitirilirken Suudi Arabistan'la Katar arasındaki sürpriz yakınlaşma, BAE ile Katar arasında aynı derecede tesis edilemedi. Keza Mısır'la Suudi Arabistan da, 2013'teki askerî darbe sırasında yakın bir işbirliğine gitmiş olsalar da, sonrasında aradaki mesafeyi korumayı tercih ettiler. Katar'la Suud yakınlaşmasına mukabil, BAE Türkiye ile yeniden yakınlaşmayı seçerken, tüm bu denklemler ağının ortasında İran faktörü de kendisini gösteriyordu. Nitekim Katar, BAE ve Mısır, İran'a karşı hiçbir zaman Suudi Arabistan'ın sertliğinde bir duruş sergilemediler. Üstelik, İran, Yemen'in başkenti Sanaa'yı 2014'ten bu yana işgal altında tutan Hûsîleri her yönden desteklerken, BAE ile Suudi Arabistan arasında Yemen bağlamında çok ciddi anlaşmazlıkların ve rekabetlerin bulunduğu biliniyor.
Arap cephesinin bu karmakarışık manzarasına bir de suyun öte yakasında, ABD'nin başkenti Washington'daki kaosu eklemek icap eder. ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez seçilebilseydi, bugün bambaşka bir Ortadoğu'ya şahitlik edecektik. Demokrat aday Joe Biden'ın seçilmesi ve son derece dirayetsiz bir başkanlık sergiliyor olması da, Arap dünyasındaki iç kamplaşmalarda 'Türkiye'nin kıymeti'ni artırdı.
Girişte de ifade ettiğim gibi, Türkiye zaten hep 'İslam ülkelerinin birbirinin kuyusunu kazması hepimizi zayıflatıyor. Düşmanlık siyasetinin kimseye faydası yok' noktasındaydı.
Tarafların bu yeni dönemde birbirinden hangi kazanımları elde edecekleri ise, artık pazarlık gücüne ve masadaki kozların önem derecesine bakıyor.
(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.