Muslim Port Haber Merkezi
-Bugün karşısına çıkan her şeyi veya en azından “eski
dünyaya dair ne varsa her şeyi” yıkan bir küresel salgınla yüz yüzeyiz. Covid-19 bazı devletlerin kriz anlarında yetersiz refleksler gösterdiğini
ortaya koydu. Anlayabildiğim kadarıyla siz Fransa’nın bu devletler arasında yer
aldığını düşünüyorsunuz. Öyle mi gerçekten?
Marion Maréchal LE PEN (Le Pen) “Salgın Fransa’nın ötesinde
dünyada on yıllardır uygulanan uluslararası ticaret ve ekonomi modellerini
tartışmaya açtı.
Dünyadaki iş bölümü her ülkeyi belirli bazı sektörlerde
özelleşmeye itti. Bu yapılırken, geride kalan sektörlerin dikkate alınmaması
istenildi. Bu durum uluslarımızı kriz anında epey hassaslaştırdı. Bilhassa
Fransa bu bağlamda teknolojik, sıhhi ve besin odaklı bağımsızlığını terk ederek
buralardaki üretimini ya Çin’e ya da gelişmekte olan ülkelere devretti. Bugün
çok açıkça görülüyor ki, en nitelikli hizmet ekonomisine sahip olmak dahi
şokları göğüslemek için yetmiyor. Macron tarafından kullanılan “start-up ulusu”
sloganının sınırlarını yaşadığımız bu yokluk günlerinde daha iyi
gözlemleyebildik. Bu slogan bizi maalesef temel ürünler noktasında dışa bağımlı
kıldı.”
– Bu durum hemen hemen bütün ülkelerde benzer tonlarda
yaşanıyor sanki…
“Haklısınız, söz konusu modelin tek kurbanları biz değiliz.
Pek çok Afrika ülkesi tarımsal faaliyetlerini yalnızca bazı ürünlere
yoğunlaştırmak zorunda bırakılmasından ötürü acı çekiyor. Böylelikle kendi
halklarını da yeterince besleyemiyorlar. Biyo-çeşitliliğe indirilen darbeden
bahsetmiyorum bile.
Bu kriz, özellikle Avrupa’da, bir siyasal bilinçlenmeye yol
açacaktır. Bazı stratejik üretimlerimizi yeniden Avrupa’ya taşımamız gerekir.
Ekonomilerimizi çeşitlendirmeli ve aracı sisteminden kurtulmalıyız.
Dünya ülkeleri birbirilerini mükemmeliyetin paylaşımıyla
tamamlamalıdır, düşük maliyet hesabının peşinden koşarak veya üretimi yurt
dışına taşımak için yarışarak değil.”
“AB devletler arasında çok güçlü bir bağımlılık tesis etti.
Bir anda yıkılması çok zor.”
– Salgın sonlandığında bu krizin en büyük kaybedenleri kimler
olacak sizce?
“Şüphesiz ki en büyük kaybedenler zanaatkarlar, tüccarlar ve
serbest meslek erbabı olacaktır. Bu kesimler 2018 yılının kasım ayından
başlayarak sarı yelekleriyle meydanlara inenlerden oluşuyor. Ekonominin
bütünüyle durdurulması öncelikle onları ve küçük-orta üreticiyi vuracak.
İşsizliğin dönemsel tırmanışına tanık olacağız. Bundan sonraki süreçte
yapılması gereken ulusal ve Avrupa menşeili yardımların faydalı olmasını ve
bunların yalnızca finansal sektörlere değil reel ekonomiye enjekte edilmesini
sağlamaktır. Dahası doğacak olan bu yoğun ve yeni nakit akışının gelecek vaat
eden stratejik yatırım alanlarına (sağlık, eğitim, savunma ve tarım gibi)
tahsis edilmesi önemlidir.”
– Avrupa menşeili yardımlardan bahsediyorsunuz ancak Avrupa
Birliği (AB) kurumları mevcut şartlarla baş etmekte bütünüyle aciz kalmışa
benziyor. İtalya, İspanya ve Sırbistan gibi ülkeler açıkça “yarı yolda
bırakıldık” diyorlar. Brüksel’den yükselen “kakofonik sessizlik” Avrupa
halklarının tepkisini çekmeye başladı. Kovid-19’la birlikte AB projesi
sönümleniyor mu?
“Gerçekten de 10 bin memuru olan Brüksel ne uygun cevapların
koordinasyonunu temin edebildi ne de hızlı bir yardım düzenlenmesinde öncülük
üstlenebildi.
AB devletler arasında çok güçlü bir bağımlılık tesis etti.
Bir anda yıkılması çok zor. Bu süreçte AB’ye indirilecek en büyük darbe bir
kurucu üyenin tıpkı Birleşik Krallık’ın yaptığı gibi birlikten çıkması olur.
Şayet Merkel-sonrası dönemde Almanya böylesi bir karar alırsa şaşırmam doğrusu.
Her ne kadar İtalya bu meseleyi siyasal tartışmaların odağına yerleştirdiyse
de, içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz ve yüklü borçları özgürlüğünü kısıtlıyor.
Öte yandan Batı ve Güney Avrupa halklarının bu tip bir
çerçevenin gerekliliği konusunda gitgide daha eleştirel bir tavır takındıkları
doğrudur. Henüz 2005 yılında Fransızların büyük çoğunluğu Avrupa anayasasıyla
ilgili referandumda “hayır” oyu kullanmışlardı. Buna rağmen antlaşma parlamento
tarafından halka dayatılmıştı. Bu zoraki federalizm kuşkuları büsbütün
artırdı.”
– Bu arada Avrupa ülkeleri bugün kendi sınırlarını tekrardan
keşfediyor…
“Evet yani AB bugünden yarına çökmeyecek belki ancak iki
dogması askıya alınıyor. Bunlardan biri Schengen antlaşması, diğeri de
devletlerin bütçe açığı için belirlenen yüzde 3’lük oran. Hal böyle olunca
AB’nin DNA’sı tartışmaya açılmış olacak. Birçok devlet, halkın da baskısıyla,
bu ortamdan istifade ederek kendi kalkınmasını toparlayacaktır. Avrupa Merkez
Bankası bile ilkelerini yok sayarak piyasaya avuçla nakit akıtıyor. Umarım
böylelikle yeni bir sayfa açabiliriz.”
– Geçtiğimiz şubat ayında Roma’da düzenlenen
“ulusal-muhafazakârlık” toplantısında Avrupa’da Fransa, İtalya, İspanya ve
Portekiz’den oluşan bir “latin ittifakı” inşa edilmesini istediğinizi
belirtmiştiniz. Geleneksel Paris-Berlin eksenine karşı yeni bir omurgaya mı
ihtiyaç var sizce?
“Böylesi bir ittifak AB bünyesindeki güç dengeleri ve
Fransa’nın Avrupa vizyonuyla daha ahenkli. Bugün Fransız hükümeti AB’nin
lokomotifi olması beklenen bir “Fransız-Alman” çiftine körü körüne tutulmuş
durumda. Ancak bu çiftin ilişkisi yürümüyor zira Almanya AB nezdinde bizimle
aynı vizyonu, aynı stratejiyi ve aynı çıkarları paylaşmıyor. Bakın, Fransa
bugün Avrupa’nın birinci ordusuna sahiptir. Dahası AB içinde bir tek bizim
atomik silah gücümüz var. Fransa bu konumundan yararlanarak kendisiyle aynı
değerleri paylaşan ülkelere önderlik edebilir. Bazı Avrupa politikalarını
tekrardan masaya yatırabiliriz. Bazı sektörlerde Avrupa korumacılığına ihtiyaç
var. Yine sınırlarımızın denetimi ve genişlemeyi durdurma gibi başlıklarda
ortaklaşabiliriz.”
“Avrupa’daki genel eğilim bugün ‘metropolleşme’ ve
beynelmilel ‘dünya-kentler’ yaratmaya yöneliktir.”
– Bazı sektörlerde korumacılık uygulamasından
bahsediyorsunuz. Bana öyle geliyor ki önümüzdeki yıllarda tarım ve gıda
güvenliği levhalarında özellikle duracağız. Buralarda kendi kendine
yetebilmenin önemi katlanacak devletler için. Sizin de toprağa ve toprak
değerlerine bağlı bir milliyetçi olduğunuzu biliyorum. Sizce Kovid-19 bir
“toprağa dönüş” evresini beraberinde getirir mi? Mesela şehirden taşraya bir
tersine göç hareketine tanık olabilir miyiz?
“Büyüyen bir demografiyle kısıtlı kaynakları olan bir
dünyada yaşıyoruz. Gıda güvenliği bu yüzden tıpkı enerji ve savunma başlıkları
gibi mutlak anlamda stratejik bir önem arz ediyor. Bugün görüyoruz ki, bir
ülkenin şoklara ve krizlere dayanma gücü tarımsal bağımsızlığıyla doğrudan
ilintilidir.
Tarım üretimi ciddi anlamda bir istihdam seferberliği
demektir. Bu sayede taşranın tümüyle boşaltılmasının önüne geçiliyor ve
şehirlerdeki nüfus kontrol altına alınabiliyor. Bu kontrol aynı zamanda
şehirlerden kaynaklı birtakım sorunların bertaraf edilebilmesinin önünü açıyor.
Büyük şehirler ekonominin tek-tipleştirilmesi, ulusal servetin tekelleşmesi,
hizmetlerin ve yatırımların tek bir yerde toplanmasıyla eşanlamlıdır. Ayrıca
büyük şehirlere güvencesizlik, şiddet vakaları ve hayat pahalılığı hakimdir.
Oysa kamu gücünün bir görevi ve sorumluluğu da ulusal arazinin düzenlenmesidir.
Avrupa’daki genel eğilim bugün “metropolleşme” ve beynelmilel “dünya-kentler”
yaratmaya yöneliktir. Şahsen bu eğilimin tam aksi yönünde ilerlememiz
gerektiğine inanıyorum. Bütün ülkede orta çaplı şehirlere ihtiyacımız var. Ve
bunu yalnızca Fransa özelinde söylemiyorum. Bence dünyanın geri kalanında da bu
modele geçmeliyiz.”
“Sol bugün muhtelif lobiler ve uluslar-üstü mercilerin de
etkisiyle ekoloji bahsini adeta gasp etmiş durumdadır.”
– Bu noktadan hareketle biraz da ekoloji konuşalım istiyorum
izninizle. Bugün ekolojik düzen savunuculuğu sağ cenahtan ziyade sol çevrelere
teslim edildi gibime geliyor. Siz bu perspektife Greta figürü üzerinden hücum
ediyorsunuz. Ekolojinin sağın geleneksel davalarından sayılması gerektiğini
vurguluyorsunuz. Acaba 21.yüzyılda vatanseverliğin bir bileşeni de yadsınamaz
biçimde ekoloji mi olacak dersiniz?
“Evet, ekoloji yani biyo-çeşitliliğin, kırsal çevrelerin ve
manzaraların muhafazası meselesi muhafazakâr düşünceye derinlemesine
işlemiştir. Ben ekolojinin bir ideoloji halini almasını istemiyorum. Ekoloji
kutlamamız ve üzerine titrememiz gereken doğal bir insanî eğilimdir. Her insan yaşadığı
bölgeyi korumayı arzular. Bu anlamda söz konusu eğilimin siyasal tercihler
aracılığıyla teşvik edilmesine ve kolaylaştırılmasına taraftarım. Oysa sol
bugün muhtelif lobiler ve uluslar-üstü mercilerin de etkisiyle ekoloji bahsini
adeta gasp etmiş durumdadır. Küresel ısınma sorunsalı bir bakıma zamanla reel
ekolojinin içini boşalttı. Ekoloji günlük bir uğraştır ve dolayısıyla da ancak
yerel dinamiklerle ve ulusal düzeyde ele alınabilir. Bireysel tüketim
davranışları, atıkların dönüştürülmesi, kimyasal ürünlerin denetlenmesi,
zincirlerinden boşanmış şehirleşmesinin dizginlenmesi, avcılık-balıkçılık gibi
faaliyetlerin yasal bir çerçeveye oturtulması vb. başlıkların tümü ulusal
düzeydeki inisiyatiflere bağlıdır.
“Küresel soruna küresel cevap” sloganını absürt buluyorum.
Bu slogan kanımca büyük uluslararası şovlardan öte bir değer ifade etmiyor.
Böylelikle her ülke sorumluluklarından feragat ediyor aslında.”
– Somut olarak sizin tasarladığınız bir model var mı peki?
“Elbette. Bence ekolojik yaklaşımın birinci safhası üretim
yerinin dağıtım ve tüketim yeriyle olan mesafesini kısaltmaktır. Beynelmilel
solun bu alanda hiçbir meşruiyeti yoktur!
Bu ekolojik yaklaşım öncelikle ulusal iradeyle mümkündür ki,
bu iradeyi yalnızca meşru gücü haiz olan devletler vücuda getirebilir. Zira
üretim güçlerinin böylesi bir yaklaşıma boyun eğmeleri temin edilmelidir.
Dahası, vatanseverliğin ekolojik boyutu kesindir. Sanayi üretimiyle
topraklarımızı aşındırır, kaynaklarımızı çarçur eder ve biyo-çeşitliliğimizi
parçalarsak doğrudan ulusumuzun geleceğini ve refahını tehlikeye atmış oluruz.
Nihayet bu tematik benim görüşümde Katolik inancının
öngördüğü “yalın hayat tarzı” zorunluluğuyla da örtüşüyor. Nitekim 19.yüzyılda
zuhur eden “sosyal Katolisizm” akımı dahil pek çok sağ akımda bu yaklaşımın
izdüşümlerine rastlayabilirsiniz. Bugün “bütüncül ekoloji” kavramı Fransız
sağının pek çok kesiminde insani ve doğal bir edayla karşılık buluyor.”
“Eski dünyanın idarecileriyle yeni bir dünya kuramazsınız.”
– Herkes Covid-19 sonrasında şekillenmesi muhtemel dünyayı
konuşuyor. “Yeni dünya düzeni nasıl olacak?” sorusu etrafında olukça ateşli
tartışmalar yaşanıyor. Siz bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
“Eski dünyanın idarecileriyle yeni bir dünya kuramazsınız.
Macron hala hiçbir şey olmamış gibi bir “Avrupa egemenliğinden” söz ediyor.
Tecrübe edilen bütün hata ve kusurlarına rağmen hala AB kurumlarını methediyor.
Avrupa kıtası birçok büyük sorunla karşı karşıya kaldı.
Sınırsız bir serbest ticaret, sosyo-ekonomik planda düşük nitelikli kitlesel
göç dalgaları, büyüyen terör ağları, güç iradesinin inkârı ve temel sanayilerin
yurt dışına kaçışı bunlardan sadece bazıları. Bütün bu konu başlıklarında
hükümetler itfaiyeciye doğru koşmaktansa ısrarla piromaniklere kucak açıyor.
Neyse ki Avrupa’nın kaynakları çok ve sağlamdır. Her şeye
rağmen Avrupa pazarı dünyanın birinci pazarı konumundadır ve mükemmele yakın
bir araştırma-geliştirme ortamına sahiptir. Öyle ki, Fransa’da kişi başına
üretilen zenginlik dikkate alındığında Fransızlar bugün Çinlilerden dört kat
daha üretkendir mesela! Ancak önce eski dünyanın zihniyetini ve yöneticilerini
değiştirmek lazım.”
– Siz yeni nesil Fransız sağının önde gelen
temsilcilerindensiniz. Bugün Avrupa sağındaki bölünmeler dikkat çekiyor. Klasik
muhafazakârların yanı sıra artık sağ popülistlere, milliyetçilere ve hatta
ulusal-muhafazakârlara atıf yapılıyor. Fransa’da “sağların birliği” amacıyla yürüttüğünüz
çalışmalara aşinayım. Sizce bütün bu çoğulculuğu birleştirmek için bir neolojizme,
yeni bir sözcüğe ihtiyaç var mıdır?
“Siyasal yelpazeyi ve buradan süzülen tabanları birleştirmek
için bence kelimelerden fazlası gerekir. Aktardığınız bütün bu kavramlar
siyasal bilimlere aittir. Ne var ki sahada, belirleyici olan harekettir. Bugün
koca bir siyasetçi neslinin reddine ve buna bağlı olarak gelişen derin
toplumsal arzuların yükselişine anlam bulmaya çalışıyoruz. Ulus-devlet yeniden
bir mabet şeklini aldı. Ulusal bağımsızlık, tarihsel ve kültürel ulusal
kimliğin savunulması, koruyucu ve stratejist bir devlet gereksinimi, fiziki ve
ekonomik sınırların bütünüyle açılmasına itiraz, daha yerel ve doğrudan bir
temsili demokrasiye geçiş, güvenlik anlamında katılık gibi arzular var. Öyle
zannediyorum ki en azından Fransa’da siyasal manzara çok yakında bu temalar
etrafında tayin edici bir şekilde tepeden tırnağa yeniden yoğurulacaktır.”
– Hatırlayabildiğim kadarıyla aktif siyasete ara
vermiştiniz. Oysa bugünlerde medyalarda sıklıkla boy göstermeye başladınız.
Siyasete dönüyor musunuz?
“Aslında siyaseti hiçbir zaman tam anlamıyla bırakmadım.
Siyasetçi siyasetinden uzaklaştığım doğru ancak ülke meselelerinden asla
kopmadım. Kuruluşuna önderlik ettiğim Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Bilimler
Enstitüsü aracılığıyla ülkemde yeni bir yönetici sınıfın eğitilmesi için
çabalıyorum. Bu da bir nevi siyasal katılım çeşididir neticede, öyle değil mi?
Amacım Fransız elitindeki eksiklikleri gidermek. İyi bir hükümet kritik bir
zekayla donanmalıdır. Konformizmden ve politik doğruculuktan uzak, üstün bir
genel kültürden beslenmelidir. Geçmişten ilham alarak uzun vadeli geleceğe
bakabilmelidir. Ekonomik yazılımların, sosyolojik peşin hükümlerin ve
jeopolitik “cici” veya “kötü” devlet algılarının ötesinde düşünmeyi
öğrenmelidir. Bakın, 21.yüzyılda çok cüsseli meydan okumalara muhatap olacağız.
Demografik patlama, kitlesel göç hareketleri, köktenci terörizm, dijital
egemenlik, stratejik kaynaklara dair yaşanması olası çatışmalar ve dünya
barışına kast edebilecek güç dengesizlikleri bunlardan birkaçıdır. Öte yandan
henüz seçimlere katılmak gibi bir niyetim yok. Ancak dediğim gibi, bu ileride
olmayacak anlamına da gelmiyor.”
“Büyükbabam (Jean-Marie Le Pen) Necmettin Erbakan’ı iyi
tanırdı.”
– İş Le Pen ailesine geldiğinde ailevi bağlar bir anda
siyasal bağlara dönüşebiliyor. Bu süreçte büyükbabanız Jean-Marie Le Pen’le
veya teyzeniz Marine Le Pen’le bir sohbetiniz oldu mu?
“Tanınan, kamuya mal olmuş bir aileyiz – bu doğru. Ancak bu
durum her şeye rağmen diğer aileler gibi olmadığımız anlamına gelmiyor. Diğer
her ailede yaşandığı gibi kendi içimizde de sevgi, tartışma ve barışma kol kola
ilerliyor. Tecrit sebebiyle birbirimizden uzağız ancak elbette birbirimizden
haber almayı ihmal etmiyoruz.”
– Büyükbabanız Jean-Marie Le Pen’in Türkiye’de pek çok
dostane ilişkisi vardı. Sizin Türkiye gündemiyle aranız nasıldır? Takip
edebiliyor musunuz?
“Evet, büyükbabam özellikle eski Başbakanlarınızdan
Necmettin Erbakan’ı iyi tanırdı. Maalesef benim bu anlamda Türkiye’de
tanıdığım, görüştüğüm birisi yok.
Fransa’da tartışıldığı kadarıyla Türkiye gündemini son
dönemde özellikle Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekatlarıyla izleme fırsatı
buldum. Keza Yunanistan kapısına yığılan sığınmacılar üzerinden Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelttiği tehditler de burada çokça konuşuldu. Buradan bakıldığında
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı tavırlarını endişe verici buluyorum.
Siyasal ve ideolojik saiklerle, özellikle de kendi seçmenine
yönelik gerekçelerle başvurulan adımlarda İslam ile Hristiyan Batı arasında bir
medeniyetler çatışmasını körükleyecek anlayıştan uzak durulması gerektiğini
düşünüyorum. Ne Müslüman halkların ne de Hristiyan halkların dünyayı bu
pencereden okumasının fayda getireceğine inanıyorum.
Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz dönemde
Almanya’daki Türklerin asimilasyonunu “insanlığa karşı bir suç” addetmesini
hakikaten anlayamıyorum mesela. Sayın Erdoğan Avrupalılara kendi ülkesinde
doğru bir temelde uyguladığı bazı politikalar üzerinden eleştiri getiriyor.
Sayın Erdoğan Türkiye’nin kültürünü, ulusal ve manevî kimliğini korumak için
büyük bir enerji sarf edebilir. Peki, bunu biz yaptığımızda neden suç oluyor?
Biz Fransa’da Türkiye’nin 20.yüzyılda modern bir ulus-devlet
inşa etmek için seferber ettiği kapasiteyi takdir ettik. Dahası, Türkiye’nin
güçler dengesi açısından hala çok önemli bir ülke olduğunu düşünüyoruz.
Dolayısıyla bizim arzumuz mücadelelerde ortaklaşabilecekken ayrışmamamızdır.
Egemen ulus-devletler arasında bir diyalog tesis etmeli, kaosa kucak açan
uluslar-üstü ve emperyal mercilerin mantığına teslim olmamalıyız.”
– Son olarak bu tecrit günlerinde vaktinizi nasıl
değerlendiriyorsunuz? Neler okuyorsunuz?
“Enstitümün faaliyetleriyle yakından ilgileniyorum,
röportajlar veriyorum. Gelecek çözümleriyle ilgili özel bir masa kurduk. Öte
yandan şu sıralar büyük imparator Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler,
Brezinski’nin Büyük Satranç Tahtası ve 13. Louis’nin başdanışmanı Kardinal
Richelieu’nün Siyasal Vasiyetim kitaplarını okuyorum. Sadece üç kitap ama
inanın ki insana düşünmek için olağanüstü kapılar açıyorlar.”