Semerkand'ın ara sokaklarında yürüyorum. Elimdeki haritaya göre, doğru yoldayım. Şu köşeyi de dönünce, evet tamam, şimdi tam karşımda. Dışında hiçbir işaret ve tabelanın bulunmadığı, evlerin arasında kaybolmuş, kapısı da kilitli bir türbe burası. Kazara yolu düşenlerin belki dikkatini bile çekmeyecek bu sıradan kubbenin altında, Emir Timur'un torunu Uluğ Bey'in oğlu Mirza Abdullatif yatıyor. Babasına kazan kaldıran, onun hakimiyetini tanımayan, ordu komutanlarıyla ve yerel dinî gruplarla ittifak kurup Uluğ Bey'i 27 Ekim 1449'da başını kestirerek öldürten, baba katili olarak oturduğu tahtta sadece altı ay kalabilen, 1450'nin baharında kendisi de bir suikasta kurban giden ihtiraslı şehzade Mirza Abdullatif... Öldürüldüğünde 30 yaşında olan Abdullatif'in, babası Uluğ Bey'e karşı giriştiği isyan, Timurlu İmparatorluğu için sonun başlangıcına işaret ediyordu.
Nitekim çok kısa bir süre içinde, Emir Timur'un 35 yıl neredeyse atından hiç inmeden, sürekli genişlettiği devasa imparatorluktan geriye sadece iç savaşlar, harabeler ve varislerin boğuşmaları kalmıştı.
Abdullatif'in metruk türbesini, Timur'unkiyle kıyaslamak elbette imkansız. Semerkand'ın en merkezî noktalarından birinde, 'Gûr i Emîr' olarak bilinen gösterişli külliyede, dilimli bir turkuvaz kubbenin altında yatıyor Timur. Dondurucu bir soğukta çıktığı Çin seferi sırasında, -günümüzde Kazakistan sınırları içinde yer alan- Otrar'da 18 Şubat 1405'te ölen Timur'un cenazesi Semerkand'a getirilerek, hocası ve manevî üstadı Mîr Seyyid Bereke'nin ayak ucuna gömülmüş. Timur'un ayak ucunda ise çok sevdiği torunu Uluğ Bey'in kabri yer alıyor. Mirza Abdullatif, tarihe sadece 'peder-kuş' (baba katili) unvanıyla geçmekle kalmamış, hanedan kabristanına gömülme imtiyazından da olmuş.
Timur'un son nefesini verdiği Otrar, tarihte büyük bir faciayla anılır: 1218'de Harzemşahlar devletine gönderdiği tüccar heyetinin kılıçtan geçirilmesine gazaplanan Cengiz Han, önce Otrar'ı kuşatarak tarihten silmiş, ardından Semerkand, Buhara ve diğer kadim şehirlerin altını üstüne getirmişti. Ondan 150 yıl kadar sonra, 1370'de Semerkand'ı başkent ilan eden Timur, kendisini aslında 'Cengiz Han'ın varisi' olarak konumlandırıyordu. Ta Anadolu'ya kadar gelirken güttüğü dava da, 'hak edilmiş ve kaybedilmiş toprakların iadesi' idi. Timur'un İslam dünyasının dört bir tarafına düzenlediği yorucu ve devamlı seferlerde en az 17 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. Bu rakam, dünyanın o zamanki nüfusunun yüzde 5'ine denk. Otrar, Cengiz Han eliyle Müslüman coğrafyanın gördüğü en ağır yıkımın başlangıç yeriydi. Onun siyasî mirasını üstlendiği iddiasındaki Timur'un da aynı yerde ölümü, aslında bir döngünün de tamamlanması anlamına geliyordu. "Bunca şeye değdi mi?" derseniz, cevap pek iç açıcı değil elbette.
Timur'un saraylarla, bahçelerle ve birbirinden görkemli eserlerle donattığı efsanevî Semerkand'dan bugüne kalanlar, o dönemi hafızalarda tam anlamıyla canlandırmaya yetmeyecek kadar zayıf ve silik. Semerkand'a adım atanların hayranlıkla temaşa ettiği meşhur Registan Meydanı bile, bugünkü ihtişamını Sovyetler Birliği döneminde gerçekleştirilen uzun restorasyonlara borçlu. Önünde fotoğraf çektirmeye dizildiğimiz şeyler, aslında birer 'restorasyon harikası'. Tarihe böyle bakınca manzara biraz tatsızlaşıyor, doğru. Ama böyle bakmadan da gerçeklerin dünyasına intikal mümkün değil.
Semerkand'dan sonraki durağımız Taşkent'te de aynı durumun birçok örneğine rastlamak mümkündü. Hive, Buhara ve Semerkand'la yarışacak bir tarihî geçmişe ve zenginliğe sahip olan Taşkent, 26 Nisan 1966'da gerçekleşen büyük depremle, bu zenginliğin çok önemli bir kısmını yitirmiş. O afeti atlatabilen az sayıda eser, bugün özenle korunuyor. Depremin gerçek şiddetini ve bilançosunu gizleyen Ruslar (resmî rakamlar ölü sayısını 200 civarında verirken, yerli kaynaklara göre 'yüz binlerce insan' yaşamını yitirmiş), Taşkent'i yeniden ve tamamen imar etmişler. Günümüzde Orta Asya'nın en kalabalık, en düzenli, en pahalı ve en gösterişli başkenti olan Taşkent için, 'modern bir örtünün altına gizlenmiş eski bir hazine' tanımlamasını yapmak mümkün.
Yaklaşık 10 güne yayılan Özbekistan ziyaretimiz sırasında, en batıdaki Hive'den başlayarak Buhara, Semerkand ve Taşkent'i adımlama imkan bulduk. Son yıllarda Özbekistan'la Türkiye arasında görülen yakınlaşmanın bütün işaretlerini her fırsatta gözlemlediğimiz bir ziyaret oldu bu. En son Taşkent'te, tarihî Kökeldaş Medresesi'nin yanında beni durdurup 'Türkçe konuşabilir miyiz biraz? Türkçe konuşmayı çok seviyorum, ama konuşacak kimseyi bulamıyorum. Pratik yapalım' diyen genç Özbek, bahsettiğim durumun en somut örneklerinden biriydi.
Türkiye'den Özbekistan'a sıla-i rahim ziyaretleri ne kadar yoğunlaşırsa, bu yakınlaşma da her alanda giderek daha fazla kökleşecektir.
(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.