Tarım hem dünyada hem de ülkemizde gündemin birinci sırasına yerleşti. Geçtiğimiz hafta içi Türkiye 400 bin ton şeker ithalatı için gümrük vergisi alınmayacağını açıklayan bir karara imza attı. Bu gelişme ile şeker fabrikalarının neden satıldığına dönük tartışmalar yeniden başladı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de dünyadaki gıda krizi ile ilgili, Ukrayna'daki tahıl taşıyan gemilerin çıkışına izin vermek için yaptırımların kaldırılması koşulunu öne sürdü.
Bu gelişmelerin ardından daha önce detaylarını yazdığım bir hatıramı biraz daha genişleterek sizlerle tekrar paylaşmak istedim. Yaşadığım bu olayın ardından Türkiye'nin nasıl adım adım bugünlere geldiğini çok daha iyi anlamış oldum. Tarım konusu her açıldığında zihnim beni hep o olaya götürdü. Bazen bana yük olarak hissettiğim bu hatırayı yaşamasaydım dediğim zamanlar da oldu, çünkü göz göre göre ülkemizin nerelere sürüklendiğini öğrenmiştim. Peki, neydi bu olay?
Yıl 2009 veya 2010 idi. Bir heyetle hem siyasi hem de turistik bir ziyaret için Bosna Hersek'e gitmiştik. Başarılı bir şekilde programı tamamladık. Dönüş yolunda uçakta yanıma iktidar partisi mensubu bir milletvekili denk düştü.
O zaman kendisi Meclis'te önemli bir komisyonun başındaydı. Daha sonra bakanlık da yaptı. Aramızda geçen bir konuşma olduğu için ismini açıklamak istemem. Zaten şahısları değil, zihniyetleri muhatap almanın doğru olduğuna inanıyorum.
Bu beyefendi halen milletvekili olarak görev yapmaya devam ediyor.
Önce doğal olarak tanıştık. Sonra, 'Nasıl buluyorsunuz iktidarımızın uygulamalarını?' diye sordu. Ben de o dönemin ana tartışma konusu olan saman ithalatı ve hayvancılıkta yaşanan sıkıntılardan dolayı Latin Amerika'dan Angus ithalatı ile ilgili eleştirileri merkeze alarak yorumlar yaptım. Kanaatlerimi aktardım. Şekere, tütüne, fındığa uygulanan kotalar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Şekere kota uygulanıyor ama şeker ithalatına devam ediliyor dedim. Tütüne kota uygulanıyor ama başta Amerika'dan olmak üzere tütün ithalatının önü açılıyor diye devam ettim. Adıyaman'da, Bitlis'te, Tokat'ta, Samsun'da binlerce insanın mağdur olacağını ifade ettim. Hatırlayacaksınız bu kotalarla eşzamanlı olarak Dünya Bankası tarafından finanse edilen, ekilmeyen araziler için dönüm başına paralar dağıtıldı. Yani köylüye sen yeter ki ekme sana karşılıksız para verelim dediler. Ardından fındığa uygulanan kotalar nedeniyle, dünyadaki en büyük üretici olan Türkiye'de insanlarımızın fındık ağaçlarını sökmeye başladıklarını anlattım.
Bütün bunları o uçak seyahatinde olması gereken nezaket içinde ortaya koyduğumu düşünüyorum. Daha sonra Sayın Vekil bana; 'Eğer ben şekeri burada 350 dolara mal ediyorsam ve bunu da dışarıdan 300 dolara alabiliyorsam ben oradan alırım' dedi. Şaşırmıştım. Çünkü bu yorum sosyal bakıştan mahrum, klasik bir şirket yöneticisi bakışı idi. Kar ve zarar hesabına indirgenmiş sorumluluktan uzak bir değerlendirme olarak gördüm.
Daha sonra büyük hayvan çiftlikleri kuracaklarını, 5 bin baş, 10 bin baş, 15-20 bin başlık çiftlikleri hayata geçireceklerini söyledi. Ben de kendisine hayvancılıkla uğraşan, 30-60-80 neyse baş hayvan ile kendi çaplarında yaşamlarını sürdüren köylülerin bu durumda ne olacağını sorduğumda, 'Onlar da gidip büyüklerin yanında çalışacaklar' demişti.
Sonra Sayın Vekil bana uygulanan kotaların gerekçesini anlatırken şu bilgileri paylaştı; nüfusumuzun -o dönem- 74 milyon olduğunu, bu nüfus içinde 30 milyon iş gücümüzün bulunduğunu, çalışan nüfus içinde de 7,5 milyon kişinin yani yüzde 25'inin tarımda çalıştığını, Avrupa Birliği Maastricht Kriterleri'ne göre tarımdaki oranın en fazla yüzde 10 olabileceğini, onun için tarımdaki çalışan sayıyı 3 milyona yani yüzde 10'a indirmek istediklerini, yani o günün koşullarında 4,5 milyon insan tarımdan yani üretimden çekeceklerini söyledi.
Şok olmuştum. Ne diyeceğimi bilemedim. Bu politikanın yanlış olduğunu, mutlaka sosyal sorunlara yol açacağını anlatmaya çalıştım. Bunun temel gıda maddelerinde dışa bağımlılığa sebep olacağını belirttim. Bu konuya maliyet hesabı üzerinden bakılmasının yanlış olduğunu, yapılacak ithalatlarla başka ülkelerin çiftçilerinin desteklenmiş olacağını vurguladım. Ayrıca dış ticaret dengeleri açısından Türkiye aleyhine bir durum oluşacağını ifade ettim. Daha sonra da büyük şehirlere taşınan insanlarımızın çoğuna iş sahası oluşturulamayacağı için bu insanların travmalar yaşayacağını aktardım. Yani olabildiği ölçüde bütün riskleri dilim döndüğünce ifade etmeye çalıştım. Çünkü kendisi yukarıda da ifade ettiğim gibi Mecliste önemli bir komisyonun başındaydı. Belki söylediklerim etkili olur da karar gözden geçirilir diye düşündüm. Tabi Sayın Vekili ikna edemediğimi anladım. Uçağın tekerlekleri Atatürk Havalimanının pistleriyle buluştuğunda bizim de sohbetimiz sona doğru yaklaşmıştı. Ve konuşmasını şöyle bitirmişti;
'Adamlar yapmış, başarmış. Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Onlar hangi yolu izlemişlerse, biz de aynı yoldan gideceğiz.'
Evet, tarımın bir ülke için ne anlam ifade ettiğini artık sürekli konuşmanın bir gereğinin olmadığı zaman dilimlerini yaşıyoruz. Burada tarımda verimliliğin artırılması için teknoloji kullanımı konusunu elbette desteklediğimi ifade etmek isterim. Şehirleşme ve dünyadaki değişim seviyesi ile birlikte tarımdaki işgücünün belli oranda azaldığı gerçeği de ortadadır.
Ancak Türkiye örneği maalesef hayatın olağan akışına aykırı olarak gerçekleştirilmiştir. Plansız, programsız bir şekilde bunlar yapılmıştır.
AB kriterlerine kağıt üzerinde uymak adına toplumsal fay hatlarıyla bilinçsizce oynanmıştır. Üretim yapmak isteyen insanlarımıza hak ettikleri destekler verilmemiştir. Girdi maliyetleriyle mücadelede yalnız bırakılmışlardır. Milli gelirden olması gereken bütçe desteği resmî zorunluluğa rağmen bir türlü verilmemiştir.
Türkiye bir terazi olsa başta İstanbul olmak üzere batı illerimizdeki nüfus hep ağır gelir. Ülkemizdeki nüfus dağılımında denge kaybolmuş durumdadır. Beyin göçü kadar tehlikeli bir hareketlilik de iç göçtür. Şu kıyaslama bize durumu net olarak ispat eder; Türkiye ve Almanya'nın nüfusları yaklaşık olarak aynıdır. Almanya'nın en kalabalık şehri Berlin'in 4 milyon nüfusu varken, Türkiye'nin en kalabalık şehri olan İstanbul'un resmî olarak 16 milyon, fiiliyatta en az 20 milyon nüfusunun olmasını nasıl açıklamalıyız? Acaba hangi sosyal, ekonomik, kültürel veya siyasi planlama İstanbul'un bu hale gelmesine gerekçe olarak karar vericileri ikna etmiştir?
Aynı zamanda bugün 29 Mayıs ve İstanbul'un fethinin 569. yıldönümü. Fatih Sultan Mehmet bugün ayağa kalksa, İstanbul'un bu manzarası karşısında kahrolmaz mı, ne dersiniz?
Neyse tekrar tarıma dönelim.
Şeker üretimine kota koy, sonra şeker fabrikalarını sat, ardından da şeker ithalatındaki gümrükleri kaldır. Peşinden de bu dolar niye artıyor diye sebep aramaya başla.
Tütün üretimini bitir, Amerika'nın Virginia tütünleri pazarda fink atsın. Sonra da dış ticaret açığı neden bir türlü kapanmıyor diye şikayet et.
Fındıkta milyonlarca insan yılda 2,5-3 milyar dolar kazanç elde etsin, İtalya'da ise bir çikolata fabrikası birkaç bin personelle senden aldığı fındığı işlesin, senin insanlarının kazancını üçe-beşe katlasın. Sen de madeni elinden zorla alınmış Afrikalı insan çaresizliğinde gidenlerin arkasından bakmakla yetin.
Senin asgari ücretle çalışan insanın 1 kg et alabilmek için bir günden fazla çalışmak zorunda kalsın, başka ülkelerde insanlar ortalama 1-2 saat çalışarak 1 kg eti rahatlıkla alabilsin. Sen de ülke olarak ben aslında tarım ülkesiyim diyerek kendini kandır. Her şey yolunda, bizi hepsi kıskanıyor diye gerçeklikten koparak yola devam etmeye çalış.
Benim artık kafam durdu. Tarımda bu kadar yanlış kararın alınmasını aklım havsalam almıyor. 20 yılın sonunda kendi ürettiği birçok problemi yine kendisinin çözeceğini iddia eden bir iktidarın olduğu yerde, muhalefetten kim Türkiye'yi refah ve gelir dağılımında adalet esaslı bir üretim üssü yapacağını ortaya koyarsa, hem seçimleri, hem de bu milletin gönlünü kazanacaktır.
Başlık 'Okumayın, Üzülürsünüz' idi. Buraya kadar geldiğinize göre üzülmeyi göze aldınız demektir. Size de bu yakışırdı. Şimdi üzülmemizin bu ülkedeki sorunların çözümüne katkı vermesini temin etme zamanı. Derdimiz üzüm yemek olduğuna göre, bağcıyı dövmek gibi bir hedefimiz olmadığına göre şimdi toplumda ortak bilinci geliştirmek ve ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi, birlik, beraberlik, kardeşlik ve itidal ile aşma zamanı. Üretmeyenin tükeneceği gerçeğini yeniden hatırlama vakti. Tarım ve yüksek teknoloji başlıklarında hem kısa vadedeki sorunların aşılmasını temin edecek, aynı anda da uzun soluklu planlar yaparak gelecekteki sıkıntılara karşı çözümler üretecek adımları atmak zorundayız. Başka Türkiye yok. Gidecek başka bir yerimiz yok.