İki haftadır gündemimiz Türk Dünyası. İstanbul'da gerçekleşen Türk Devletleri Enformasyon Bakanları toplantısının ardından Bursa'da gerçekleşen Türk Dünyası Genç Kültür Elçileri programına iştirak ettik. Çalıştığımız alan olan Kamu diplomasisi bağlamında İslam dünyasını, yurt dışında yaşayan Türkleri ve akraba topluluklarımızdaki gelişmeleri yakından izliyoruz. Uluslararası düzeyde oldukça hareketli olan bu günlerde bu ve benzeri toplantılar çok daha büyük anlamlar taşıyor. Yapılan faaliyetlerdeki gözlemler yanında bazı özel başlıklara vurgu yapmak arzusundayım.

İnsanlık tarihinin en kadim ve kurucu coğrafyası Türkistan ve Asya'dan kalkarak tüm insanlık tarihini etkileyen aziz milletimizin dün ve bugününün bilinmesi çok önemli şüphesiz. Asya'nın kaderini tayin açısından çok önemli devlet tecrübeleri ortaya koymuş olan milletimiz bölgede bulunan tüm başka milletler üzerinde de çok güçlü etkiler oluşturmuştur.

Milletimiz, güçlü millet karakteri, örfi arka planı, devlet ve örgütlenme tecrübesi yanında özellikle İslam sonrası dönemdeki rolü itibariyle uygarlık tarihi yazımlarında baş köşede oturmaktadır. Tarih içerisinde aldığı tüm inisiyatifler ve roller bütünü ile millet tarihimizi oluştururken, Türk milletinin kendi içinde sahip olduğu boylarla var ettiği millet kardeşliği yanında süreç içinde din kardeşliği yoluyla ortaya çıkan devasa müktesebatta muazzam gövdemizin zenginliğinin en güçlü ifadesidir. Bu muazzam tarih bugün ve gelecek için çok değerli bir tarihsel, sosyolojik, politik sermayenin ana gövdesini oluşturmaktadır.

Bu muazzam servetin farkında olan düşman devletler güçlü tarih bilincinin örselenmesi ve gövdenin parçalanması amacına yönelik tedbirler almışlar ve bunda çoğu zaman da başarılı olmuşlardır. Vahdeti örseleyen ve birbirine karşı kışkırtan politikalar, çağlar içinde küçük değişikliklere rağmen devam etmiştir. Bu sebeple tarih hikayemizde eklenenlerde dahil olmak üzere Türk Dünyasının bir vahdet içinde hareket etmesi, ortak değerlerinin yüceltilmesi, güçlü ve diri bir var olma biçimini var etme arzusu oldukça değerlidir. Tarih ve pratikler temelinde yoldaşlık ettiğimiz kardeş ve akraba toplulukların yanına, kader ortaklığı yaptığımız milletleri de kattığımızda katman katman devasa bir müktesebatın olduğunu ifade etmek gerekir.

Türk Dünyası bu bağlamda millet bağı yanında din ve tarihsel bağlarla beslendiğinde kimlik devasa bir gövdeye oturur. Bu sebeple bu vahdetin temin edilmesine yönelik çalışmalar çok büyük anlam taşımaktadır.

Bir önceki yüzyılın başından itibaren iki dünya savaşının da yarattığı küresel hareketlilik dünyanın hassas havzalarında ciddi yapısal bozumlar ortaya çıkarmıştır. Orta Çağ'dan başlayan devasa gövdeli devletler 19. yüzyıl sonrasında yıkılmaya başladıkça geçmişten beslenen düşmanlıklar eliyle tarihi havzalarda yeni düzenler kurulmaya çalışılmıştır. Bu acımasız yeni düzen arayışının yarattığı travmayı en sert hisseden bölge Türkistan olmuştur. İngiliz, Rus ve sonradan Çin baskısı ile örselenen Türkistan coğrafyası kuzeyi, güneyi, doğusu ve batısı ile sistematik bir müdahalenin muhatabı olmuştur. Bu bölgedeki Türk varlığını sona erdirmeye yönelik gayretler Osmanlı'nın güçlü olduğu dönemde varlık ve etkisi ile püskürtülürken, Osmanlı'nın yıkılması ile korumasız kalmıştır. Cumhuriyetin ilk döneminden başlayarak bu organize saldırı, dönemin kaynak ve imkanlarının da sınırlılığı sebebiyle püskürtülemediğinden bölgede ciddi bir tahribat ve yıkım ortaya çıktığı bir vakıadır. Osmanlıdan modern cumhuriyete geçiş sürecinde bölgedeki zulme karşı en büyük direniş çabası Enver Paşa tarafından da desteklenen 'Basmaçi' direnişi olmuştur. Enver Paşa'nın da şehadetinin ardından Türkistan'ın tüm bölgeleri direniş cephesine çevrilmiş olsa da özellikle Batı Türkistan Rus etkisinde çok ağır bir zulme maruz bırakılmıştır. Rusya'nın artan gücü ile bölgedeki baskı ve hegemonyası da eş güdümlü olarak artmış, Türkistan, Sovyet toprağının bir parçası haline gelmiş, Sovyet endoktrinasyonu bu bölgeyi ağır bir dönüşüm programının içine sokarken de tüm dünyaya adeta kapatmıştır. En ağır zulümlerin tesiri altında kalan Türkistan halkları varlıklarını ancak sürdürebilmişlerdir. Sovyet halkları içerisinde Türkistan halkı sistematik olarak tüm boyutları ile Ruslaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle kültür, din ve dil alanında yapılan zulmün çok ağır maliyetleri olmuştur.

Bolşevik Devrimi sonrasında yoğun bir hal alan bu süreçte, 90'lı yılların başında Sovyet Rusya'nın yıkılması ile Batı Türkistan'da Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmesi yeni ve müjde verici bir milat olmuştur. Ağır Rus emperyalizminin etkilerinin çok açık bir biçimde görüldüğü yıllar aynı zamanda Türk toplulukları arasında hasretin de bittiği yıllar olarak çok değerlidir. Hasretin adeta bir sevgi tufanına döndüğü o yıllarda, bizde bölgeye ticari çalışmalar vesilesi ile intikal ettiğimiz için o büyük sevinç furyasını yerinde tecrübe etme fırsatı bulmuştuk. Türkistan'daki tüm halkların dil, din ve kültürel olarak yeniden var olma heyecanına 1992 yılında bizzat şahit olduk. Yetmiş yılda yapılan büyük tahribatın ortadan kaldırılması konusunda en uygun adresin Türkiye olduğundan emin olan Türk Devletleri tüm dikkatlerini Türkiye'ye çevirmişlerdi. Çok büyük bir teslimiyet içerisinde ülkemize yöneldiklerini o günleri içinde yaşayan biri olarak çok iyi hatırlıyorum.

Peki bu kadar uzun bir ayrılığın ardından Türk Dünyası ile ülkemizin ilişkileri nasıl oldu? Yetmiş yılın her alanda yarattığı travmanın rehabilitasyonu; yeni, güçlü, inşa edici bütünleşme ve iş birliği nasıl gerçekleşti? İş birliği alanları etkili sonuçlar verdi mi ve bugüne kadar nasıl gelindi?

Tartışmasız bu tarihi buluşmanın hakkı verildi ve güçlü, etkili bir iş birliği ortamı oluşturuldu demek çok kolay değil. Ümit ve iyi niyetin hiç kaybolmadığı ama ideal durumun çok uzağında bir sürecin ortaya çıktığı konusunda herkes hem fikir. Zaten yaşananlar, iyi niyet ve temennilerin bir süreci inşa etmeye yetmeyeceğini, iyi niyet ve ideallerin sabır ve dirayet içinde somut adımlarla ortaya konulabildiğinde netice alınacağını bize gösteriyor.

O günden bugüne beklentiler, ilişkiler, yapılması gerekip yapılmayanlar, seçilen aktörler, kullanılan dil ve politikalar, yanlış tercihler vb. pek çok konuda yapılanlar, yapılamayan ya da yanlış yapılanlar konusunda çok boyutlu muhasebeler yapılmalıdır. Tabiat boşluk kabul etmediğinden fırsatlar ve imkanlar israf edildiğinde ve boş bırakıldığında boşlukların doldurulacağı gerçeği de göz ardı edilmeden analizler yapılmalıdır. Daha çok ideal durumlar ve temenniler üzerinden sürecin yürümesinin mümkün olmadığı, gerçek ve somut işlerin bir tutarlılık ve tekamül içinde yapılmasının doğru olacağı ortak kanaat gibidir. Hali hazırda bir çerçeveye oturan Türk Devletler Teşkilatı tanımlamasının tekamül seyri bile nerede ise otuz yıl sürdü. Keneş, Konsey gibi ifadeler çok şükür yerini Türk Devletler Teşkilatı gibi bir ifadeye bıraktı. İşte tüm bu sebeplerle gerçekçi ve uzun vadeli yapısal adımların atılması çok önemli. Geçen otuz yıl bize çok önemli tecrübeler sunuyor ve ne yapılıp yapılmaması gerektiğini de önümüze koyuyor.

Türk Dünyası Ümmet Halkasının en önemli parçasıdır….

Burada perspektif olarak tartışmaya açmak istediğim bir konu daha var. O da Türk Devletler Teşkilatı, Türk Dünyası gibi ifadelerin Türkiyeli Müslümanlar ve İslamcı yapılar tarafından nasıl algılanması gerektiği ile ilgili. Ümmet kavramı etrafında hareket eden İslamcı düşüncenin Türk Dünyasını algılama konusunda sürdürdüğü ihtiyatlı tutum hiç tartışmaya açılmadı. Ağırlıklı olarak milliyetçi çevreler tarafından gündemde tutulan Türk Dünyası ya da Türk Devletler Teşkilatı algısının Türkiye'deki İslamcılar tarafından doğru algılanması ve çok güçlü sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira bu coğrafyalar ve kardeşlerimiz İttihat düşüncesinin ana merkezinde konumlanmaktadır ve Türkler tarih boyunca İslam'a yaptıkları hizmetlerle tarih sahnesinde müstesna bir yerde durmaktadır. Özellikle Türkistan'da kurulan muazzam devletlerin; Asya, Kafkasya ve Anadolu'da kurulan devletlerin de etkisi ile milletimiz İslam'a ve Müslümanlara çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Türkistan coğrafyası ve bu coğrafyada bulunan Türk devletlerinde yaşayan toplulukların dikkatle takibi, sahiplenilmesi ve Türk Dünyasında yaşanan süreçlerin dikkatle takibi çok önemlidir. Kazakistan'da yaşanan süreçlerin ülkemizdeki yansıması, bölgesel krizlerin izlenmesi anlamındaki ilgisizlik bu durumun açık ispatıdır. Sadece Doğu Türkistan'da yaşanan açık Çin mezalimi konusunda nispeten bir ilginin oluştuğu görülmektedir. Bu ilgi ve merakın sadece kriz merkezli değil; iş ve işbirliğini esas alan bir formda olması çok önemlidir.

1992 yılında bu ülkelerdeki bağımsızlık sürecinin ardından bölgeye ilk intikal eden ve bölgenin geleceğinin İslami değerler etrafında teşekkül etmesi için katkı sağlayan liderlerden biri de Rahmetli Erbakan Hoca idi. Her fırsatta bölgeye giden, bölgede insanlarımızın bulunmasını sağlayan ve ilişkilerin güçlenmesini arzu eden çalışmaları hep diri tutmuştur. D-8 çalışmasının ardından planlanan D-20 organizasyonu ile çok boyutlu ve üretken bir yapının içinde Türk Devletlerini' de düşünen de yine rahmetli Erbakan Hoca oldu. Ülkemizde yapılan ve ne zamandır ihmal edilen Müslüman Topluluklar Birliği toplantılarına da mutlaka Türk devletlerinden olan Özbekistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan'dan hatta özellikle Doğu Türkistan'dan kardeşlerimizi davet eder ve bölgelerdeki gelişmeleri hassasiyetle takip ederdi. Erbakan Hocamızın Kıbrıs konusunda ortaya koyduğu gayret ve mücadele ortadadır. 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekatı'nın gerçekleşmesi konusunda ortaya koyduğu mesai alın aklığıdır. Rahmetli Erbakan Hoca'nın fikri gelişim sürecinde çok müstesna bir yeri olan ve İslamcılığın fikri kalesi olan Sebîlürreşad ve Sırat-ı Müstakim dergileri etrafındaki isimlerin Türk Dünyası ile olan ilişkileri de oldukça güçlü idi. İslamcılığın mevzi yapılarından biri olan Sebîlürreşad ve Sırat-ı Müstakim dergilerinde kümelenen; Mehmet Akif Ersoy Üstadımız başta olmak üzere Eşref Edip Fergan, Abdülaziz Çaviş, Bereketzade İsmail Hakkı, Babanzade Ahmet Naim, Ferit Kam, Mehmet Fahrettin, İzmirli İsmail Hakkı, Tahirü'l-Mevlevî, Aksekili Ahmet Hamdi, Mehmet Şemsettin Günaltay, Manastırlı İsmail Hakkı, Bursalı Mehmet Tahir, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimlerin Türk Dünyası gündemini dikkat ve özenle takip ettiklerini biliyoruz. O dönemde Türkistan, Kazan ve Kafkasya'dan yazı gönderen ve bölgelerle ilgili bilgileri kamuoyuna sunan yapının da bir İslamcı topluluk olması manidardır.

Benzeri pek çok sebeple Ümmet gövdesinin önemli bir parçası olan Türk Dünyasına karşı İslamcı çevrelerin daha duyarlı olması gerektiğine inanıyoruz. Bulundukları stratejik bölgeler ve derinlikli alt yapıları ile İslam dünyasının en hassas bölgesinde olan devletlerce kurulmuş olan Türk Devletler Teşkilatı'nın İslam dünyasının bir kazanımı olduğu göz önünde tutulmalıdır. İslam dünyasının bu bölgelerde yapacağı çalışma, proje ve uygulamalar çok önemlidir. Kurulan diplomatik yapılar, kurum ve kuruluşlar da etkileşim ve iş birliğinin kolaylaştırılmasına hizmet edecektir.

Tabiat boşluk kabul etmez!!!

Bu anlayış içinde hareket ederek izlediğim Türk Devletlerinin küresel nitelikteki gelişmelerin ve bazı operasyonların etkisi altında olduğunu gözlemliyorum. Yakın zamanda yaşanan Kazakistan olaylarının da gösterdiği gibi tabiat boşluk kabul etmemekte ve boşluklar hızla doldurulmaktadır. Yeni kurulan Türk Devletleri Teşkilatı'nın askeri altyapı ve kapasite hazırlıklarının tamamlanmaması sebebiyle Kazakistan olaylarına KGAÖ'ye bağlı Ermeni ve Rus askerlerinden müteşekkil bir yapı tarafından müdahale gerçekleşti. İslam dünyasının da bir ıstırap ve zül olarak algılaması gereken bu ve benzeri olayların ortaya çıkmaması için algı, ilgi ve çalışmaların artırılması gerekiyor. Bu sebeple ülkemizde Türk Devletlerine yönelik çalışma ve yatırımları çok değerli buluyorum. Bu sebeple katıldığım toplantılarda ve yapılacak toplantılarda yanlışların tekrarlanmadığı derinlikli, güçlü içerik ve yöntemler üzerine oturan çalışmaların olmasını arzu ediyorum. Türk Devletler Teşkilatı Enformasyon Bakanları toplantısının hemen ardından Bursa'da gerçekleşen ve Genç İDSB tarafından düzenlenen 4 günlük toplantıya iştirak ettim. Genç Kültür Elçileri Buluşuyor başlıklı 7 ülkeden 21 Kültür Elçisinin katıldığı programın ikinci günü, Türk Dünyasının kültürel entegrasyonu sürecinde güçlü ve zayıf noktalarının analiz edildiği sonucunda da müşterek bir gelecek vizyonunun ortaya konulduğu çalıştayın moderatörlüğünü de yapma fırsatı buldum. İlk gün konuşma ve sunumlarla geçen buluşmanın ikinci gününde gün boyu süren bir ortak akıl çalıştayı bu toplantıda alınmış en doğru kararlardan şüphesiz ilki. Gelecek hedefini, var oluş amacını, milletimizin ve ülkelerimizin çabalarına destek olmaya yönelik olarak yol haritası, gelecek projeksiyonu, yöntem ve projelerin konuşulduğu bu muazzam çalıştay dolayısıyla tüm gençleri tebrik ediyorum. Özenle seçilen katılımcıların başarılı çalışmaları ve üstün sunum kabiliyetlerinden çok etkilendim. Diplomatik bir simülasyon çalışmasını andıran çalışmadaki içerik kalitesi; kurum, kuruluş ve politika yapıcılar açısından da istifade edilecek zenginlikte. Özellikle Kıbrıs'tan katılan gençlerimizin Kıbrıs'ta yaşanan hassas süreçleri ve uluslararası süreci anlatmak amacıyla ortaya koydukları lobi çalışmasından büyük memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum. Hala Sultan İmam Hatip Lisesi'nden mezun olan ve üniversitelerde eğitim gören gençlerimizin 1974 Barış Harekatı ve adadaki varlığımıza yönelik şuur düzeyleri, özgüven ve idealizmleri beni çok derinden etkiledi ve hamd ettim.

Genç İDSB ekibinin iyi yetişmiş kabiliyetli ve nazik yönetimini kıymetli Genç İDSB Başkanı Furkan Alperen Sonkaya'yı ve projenin oluşum sürecinde istişareyi hiç ihmal etmeyen projenin koordinatörleri sevgili Halis Aküzüm ve Seyid Şamil Kurt kardeşlerimi tebrik ediyorum.

İkincisi Buhara'da yapılacak olan çalışmanın heyecanını şimdiden duyuyorum. Doğru maksatlar ve doğru metotlarla yapılan her iş neticeye ulaşır, bundan hiç şüphe duymamak lazımdır.