Müslümanların yaşadığı geniş coğrafyanın hal-i pürmelaline bakıp, 'İslam dünyası diye bir yer var mı gerçekten?' sorusunu soranlar bugün giderek çoğalıyor. Bunlardan bazısı samimi ve gidişata dair endişeli, bazısı ise manzaraya karşı müstehzi ve düşüncesiz. Uzun yıllardır bu coğrafyayı birçok açıdan ve farklı yönleriyle izlemeye çalışan ben ise, her yıl ramazan ayı başlarken cevabımı yeniden buluyorum: Evet, İslam dünyası diye bir yer var; bu dünya, orucun tutulduğu ve heyecanının hissedildiği her yer. Hatta İslam dünyasına bu açıdan 'oruç coğrafyası' bile diyorum ben.

Oruç, ilginç bir şekilde, Müslümanlar arasında İslam'ın en çok rağbet gören emri. Sadece Türkiye'de değil, İslam dünyasının her yerinde ve Müslümanların yaşadığı her bölgede, oruca teveccüh diğer ibadetlere yönelişten daha fazla. Namazını düzenli kılmayan, zekat vb. malî yükümlülüklerden yan çizen, tesettüre riayet etmeyen, haccı erteleyen, İslam'ın ekonomik alandaki yasaklarına karşı lakayt davranan milyonlarca Müslümanın, ramazan orucunu sektirmeden tuttuğuna şahit olunuyor. Yüzyıllar ötesinden günümüze, bir geleneği de beraberinde getiriyor çünkü oruç. İnsana sımsıcak aile bağlarını, çocukluğun masumiyetini, eskinin yerine hiçbir şey konulamayacak hatıralarını, yerle yeksan olmuş mekanları ve çoktan atına binip yükünü tutmuş güzel insanları hatırlatıyor. Oruç, sadece bir ibadet olarak yorumlanmıyor; aynı zamanda bir kültür ve aidiyete de dönüşüyor hafızalarda.

Ta Mağrib'den Uzakdoğu'ya, kuzeyiyle-güneyiyle Amerika'dan Avrupa'ya kadar, Müslümanların var olduğu bütün ülkelerde, oruç, eda ediliş biçimiyle de neredeyse tek ortak paydayı oluşturuyor. Abdest, namaz, hac, zekat vb. birçok ibadet çok çeşitli içtihatlarla bazı yorum farklarına ve tatbikatta nüanslara konu olurken, oruç son derece basit ve eşitleyici. Ramazanın başlangıç ve bitişiyle ilgili görüş ayrılıklarını istisna edersek, orucu bütün Müslümanlar aynı biçimde ve sadelikte tutuyor.

Birbirinden çok farklı siyasî sistemlere ve yönetim usullerine sahip olan İslam ülkelerini bir uçtan bir uca kuş bakışı seyretsek, hepsini aynı çatı altında toplayan şey de yine oruç. Refah ve huzur içinde yaşayanından iç savaşa sürüklenenine, düşman işgaliyle yüzleşeninden ekonomik krizlerle boğuşanına, Müslüman yüreklerin hepsinin buluştuğu, aradaki ayrışma ve ihtilaf noktalarının kaybolup gittiği, birbirine düşman ülkelerin bile aynı safta dizildiği bir ibadet oruç. Etnik, mezhebî, bölgesel, tarihî… hiçbir çatlağı bünyesine kabul etmeyen, herkesi karşısında esas duruşa geçiren bir ibadet.

'Oruç coğrafyası'nın ana damarlarını böylece ortaya koymaya çalışmışken, Sezai Karakoç'un oruç yazılarını topladığı Samanyolunda Ziyafet adlı enfes kitabından şu alıntıyı yapmazsam, yazım eksik kalır:

'Ve orucun da iftarı vardır. Oruç, mü'minin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur.

Yalnız, insan orucu özlemez. Oruç da insanı özler. Ramazan ayı gelince, sıla-i rahm edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.

Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine, ki geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ mü'minlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ileride gün olur ki o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman.

Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek birkaç şey katılmalı.'

Sezai Karakoç bu satırları 1967'de yazmış, yani tam 54 yıl önce. Her ramazan olduğu gibi yine oruç yazılarına göz atarken, ramazan ayının aslında içinde yaşadığımız hayatın hoyratlığı ve zamanın yıpratıcılığı karşısında ne kadar büyük bir kaçış imkanı olduğunu Karakoç'un satırlarıyla yeniden kavrıyorum. Böylece 'oruç coğrafyası'ndaki her bir Müslüman yürek için ramazanın yalnızca bir yükseliş ve arınma fırsatı değil, aynı zamanda bir misafir ağırlama ve eve çeki-düzen veriş mevsimi olduğunu da aklıma getiriyorum. Yılda bir kere gelen, kolay beğenen ama ev sahibinden de özen bekleyen, pek kıymetli bir misafir…

(*) Taha Kılınç'ın bu yazısı Yeni Şafak Gazetesi'nden alıntılanmıştır.