3 Şubat Üstad Ali Ulvi Kurucu'nun 20'nci vefat yıldönümü. Âlim, arif, edîb, şair ve mütefekkir bir şahsiyet olarak kültür ve irfan dünyamızda müstesna bir yeri bulunan merhum Kurucu, yine de ülkemizde yeteri kadar tanınan bir şahsiyet değil. Rahmete vesile olması, hatırlanması ve tanınırlığının artması umuduyla, bugünkü yazımı Üstad'a hasretmek istedim.

Ali Ulvi Kurucu, 1922 yılında Konya'da dünyaya geldi. Dedesi Hacı Veyis Efendi, babası Hacıveyiszade İbrahim Efendi ve amcası Hacıveyiszade Mustafa Efendi, şehrin tanınmış ilmî simalarındandı. Böyle bir ailede hayata gözlerini açan Kurucu, bir yandan resmî eğitimine devam ederken, diğer yandan da sağlam bir dinî tedrisattan geçti. Babası İbrahim Efendi, o günün şartlarında evlatlarına yeterli manevî terbiyeyi veremeyeceğinden korkarak ailesiyle birlikte Medine-i Münevvere'ye yerleşince, genç Ali Ulvi'nin hayatında yeni bir dönem başladı.

1939'da Mısır'a giderek Ezher Üniversitesi'ne kaydolan Kurucu, okuldaki ilmî müfredatın yanısıra Kahire'de mukim veya şehre yolu düşen önemli zevatın sohbetinden de istifade etti. Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın karizmatik lideri Hasan el Benna ile dostluk kurdu. Filistin Müftüsü Hacı Emin el Hüseynî'yi yakından tanıma ve mücadelesini kendi ağzından dinleme fırsatı buldu. Mustafa Sabri Efendi, Muhammed Zahid Kevserî, Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi gibi zatların halkalarında yer aldı. Mustafa Runyun, İsmail Ezherli, Ali Yakup Cenkçiler, Ahmed Davudoğlu gibi isimlerden oluşan arkadaş çevresiyle ilmî müzakere ve mütalaayı hiç bırakmadı. 1945 yılında babasının aniden vefatıyla Medine-i Münevvere'ye dönmek durumunda kalıncaya kadar, Ali Ulvi Kurucu Kahire'deki ilmî ve fikrî muhitlerden doya doya beslendi.

1953'ten 1975'e kadar, Sultan İkinci Mahmud'un inşa ettirdiği Mahmûdiye Kütüphanesi'nde müdürlük yapan Kurucu, 1985'te emekli olana dek de Şeyhülislam Ârif Hikmet Kütüphanesi'nde 'hafız-ı kütüb' idi. Hem üstlendiği vazife hem de Medine'de mücavir oluşu, onu İslam dünyasının ilmî, siyasî ve fikrî şahsiyetleriyle tanıştırdı ve buluşturdu. Kaleme aldığı şiir ve makalelerle kendisi de başka diyarlara ulaştı, Müslüman coğrafyanın dört bir yanıyla sıkı ve sıcak bir bağlantı kurdu. 3 Şubat 2002'de Medine-i Münevvere'de vefat ederek Bakî Kabristanı'na tevdî olunan Ali Ulvi Kurucu Üstad, Türkiye ile alakasını hiç kesmemiş, hasretini çektiği diri ve şuurlu gençliğin yetişmekte olduğunun sevincini yaşayarak gözlerini yummuştu.

Ali Ulvi Kurucu, 'intikal nesli'ne yetişmesi ve onlardan öğrendikleriyle, Ravza-i Mutahhara'da bir Osmanlı beyefendisiydi. Ömrünün büyük bir kısmını ülkesinden uzaklarda geçirmesine rağmen millî şuurunu kaybetmemiş, ecdadına ve onların taşıdığı değerlere samimi bağlılığını sürdürmüştü.

M. Ertuğrul Düzdağ tarafından uzun ve zahmetli bir gayretin sonucunda hazırlanan, ama maalesef ancak Üstad'ın vefatından sonra yayınlanabilen 5 ciltlik 'Hatıralar' serisi, Kurucu merhumu yakından tanımak için en önemli kaynaktır. Orada yıllar önce okuduğum ve hiç unutamadığım bir hatırayı, 'tadımlık' kabilinden zikrederek sözlerimi noktalıyorum:

Annesi, çok sıcak bir Ramazan günü, öğle ile ikindi arası vakitte, genç Ali Ulvi'yi kadayıf almaya gönderir. Birkaç dükkan dolaşan ama hepsini kapalı bulan Kurucu, nihayet Nablus muhacirlerinden Salih Efendi adında bir zata gider. O sırada 80 yaşlarında olan Salih Efendi, kirada oturduğu evin avlusuna bir ocak yapmış, kömürle yaktığı sacın başında, öğle sıcağında kadayıf dökmektedir. Hava belki 50 derecedir, arada esen sam yelleri de yüzleri yalayıp geçmektedir. Ali Ulvi siparişinin hazırlanmasını beklerken, Salih Efendi'ye 'Hocam, bugün biraz sıcak galiba, değil mi?' der. İhtiyar adam munis ve müşfik gözlerle karşısındaki gence bakıp tebessüm ederek, sadece tek bir kelime söyler: 'Yekûlûn' (Öyle diyorlar). Ali Ulvi, dersini almıştır:

'Bak, ne kullar var. Sen öğle namazına gittim diye bir iş gördüm sanıyorsun, hava sıcaklığından şikayet ediyorsun. Salih Efendi, yaşına ve ilmine rağmen, kimseye muhtaç olmadan ailesini geçindirebilmek için, Ramazan günü kızgın ocağın başında çalışıyor. Üstelik sıcaktan şikayet etmek şöyle dursun, tavrıyla takdir-i ilahîye karşı takınılması gereken edebi de öğretiyor.'