Hutular ve Tutsiler. Yüzyıllardır aynı topraklarda birlikte yaşayan bu insanlar, Batılı ülkelerin istihbarat örgütlerince aralarına ekilen nifak tohumlarıyla anlatması ve anlaşılması mümkün olmayan bir iç savaşın tarafları olmuşlardı. 6 Nisan 1994 günü başlayan olaylarda, yüz gün gibi bir sürede 1 milyon insan katledilmişti. Tutsiler ve katliama karşı çıkan ılımlı Hutular, aşırı uç Hutular olarak bilinen Interahamwe’ler tarafından acımasızca soykırıma tabi tutulmuşlardı. Gerekçe ise bugün bile nasıl düştüğü belli olmayan bir uçaktı. Aslında sonrasında olanlar düşünüldüğünde failler belliydi. Kendisi de bir Hutu olan Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana düşen uçakta hayatını kaybetmişti. Hükümet krizi yaşayan, isyanlarla boğuşan ülkede Başkan, Burundi Devlet Başkanı ile birlikte Tanzanya’daki barış görüşmelerinden dönüyordu. Sonra sadece saatler içinde mahkemeler kurulmuş, karar verilmiş ve uçağın düşmesinden Tutsiler sorumlu tutulmuşlardı. Hutular aniden harekete geçmiş ve nerede bir Tutsi gördülerse öldürmeye başlamışlardı.

Evet, yaklaşık üç ay gibi bir zaman diliminde, Doğu Afrika ülkesi Ruanda’da Tutsilere karşı uygulanan katliamda kelimenin tam anlamıyla kan gövdeyi götürmüştü. Türkiye kamuoyu ise o yıllarda başka bir soykırım gündemi ile uğraşıyordu. Bosna’da yaşanan savaş henüz durmamış ve Dayton Anlaşması imzalanmamıştı. 20. yüzyılın son demlerinde Ruanda’da yaşananlar da aynı Bosna’dakiler gibi tarihe kara bir leke ve utanç vesikası olarak geçti.

İyi bilirsiniz, klasik emperyalist bir taktiktir. Bir yerde hâkim olmak istiyorsanız, orada yaşayan insanları ayrıştırmanız, aralarında problemler oluşturmanız gerekir. Böylece o bölgedeki planlarınızı daha kolay hayata geçirebilirsiniz. İşte Ruanda’daki durum da bundan farklı değildi. Hatta yapılanlar için parmağı göze sokacak cinsten titiz bir laboratuar çalışması da denebilir.

Peki, Ruanda’daki ayrışmanın arka planında neler vardı? Bu insanlar nasıl olmuştu da birbirlerini boğazlayacak noktaya gelmişlerdi? İsterseniz kısaca tarihi sürece bakalım. 1884 yılında toplanan Berlin Konferansı’nda Avrupalılar, Ruanda’yı kendisine koloni yapması için Almanlara vermişlerdi. Sonra başka pazarlıklar devreye girdi ve Ruanda 1922 yılında Belçikalılara geçti. Belçikalılar insanları dinlerinden, renklerinden dolayı ayrıştıramayacaklarını anlayınca bu iki grubu fiziksel, yani boy, pos, kemik yapıları gibi özelliklerine göre birine Huti, diğerine de Tutsi diyerek tasnif etmişlerdi. Böylece 1994’ün altyapısı oluşturulmuş oldu.

Ruanda denilince akıllara bir de palalar gelir. Hatırlanacağı gibi palalar bu acımasız soykırımın sembol(!) silahları olarak zihinlere kazınmıştı. Şeker kamışı kesiminde kullanılan bu aletler, bırakınız erkekleri, nasıl bir nefret sarmalıysa artık, çocukların, kadınların ellerinde bile savaşın en korkunç can alıcı aygıtlarına dönüşmüşlerdi. Kiliselere sığınan insanlar kılıçtan geçirilir gibi palaların hedefleri olmuşlardı. İddia o ki, katliam başlamadan önce Çin’den bu palalardan milyonlarca ithal edilmişti. Yani aslında tam anlamıyla soykırım için hazırlıklar yapılmıştı. Amerika’nın, Belçika’nın, Fransa’nın, Almanya’nın kendi aralarındaki bilek güreşlerinde, bölgesel satranç hamlelerinde bu insanlar ne yazık ki birer piyona dönüştürülmüşlerdi. Birçok kriz bölgesinde bulunan, Türkiye’nin önemli savaş muhabirlerinden olan Coşkun Aral, olaylar başladıktan bir hafta sonra ulaştığı Ruanda’da gördüklerini “meslek hayatımda tanık olmuş olduğum en korkunç katliamlardan biri” olarak tarif ediyor.

Peki, bugünlerde unutulmaya yüz tutmuş olan Ruanda Soykırımı neden tekrar gündem oldu? Çünkü katliamın arkasında olduğu iddia edilen, hakkında arama kararları bulunan, dönemin ünlü işadamı, 25 yıldır aranan Felicien Kabuga kaçak hayatı yaşadığı Fransa’da sahte kimlikle yakalandı. Kabuga aslında kendince güvenli bir limana sığınmıştı. Neden mi? Çünkü Fransa çatışmaları durduracağım bahanesiyle, bölgeye girişleri engelleyeceğim yalanıyla, Ruanda’da Hutulara silah yardımı yapmış ve olayın bu boyutlara gelmesine sebep olmuştu. Aslında Srebrenitsa’daki Hollanda askerleri Boşnakları nasıl Sırplara teslim ettiyse, Fransa da Tutsileri, Hutuların önüne atmıştı. Ne diyordu 1998’de Le Figaro gazetesine verdiği mülakatta François Mitterrand, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil.”

Mitterrand’ın bu sözünden sonra geliniz yazıyı şu soruyla bitirelim.

Allah aşkına, Felicien Kabuga gibi katliam finansörü olmakla suçlanan bir kişi Fransa’da değil de nerede 25 yılını geçirecek, nerede saklanacaktı?