Çocukluğumda gecenin en derin anında, uykumdan ritmik bir zikir sesi ile uyanırdım. Müderris dedem İsmail Hoca’nın teheccüd vaktinde koç postundan yapılmış seccadesinin üstündeki zikrinden süzülen bir muazzam ritimle. Bazen dakikalarca dedemi izler, kısık gece lambasının ışığı altında huzurla dedeme bakardım. Bugün bile huzurun rengi ve ritmi olarak o anın silueti vardı zihnimde. Sabah namazı vakti girdiğinde, başımı okşayarak “hadi guzum kalk namaz vakti” deyişini hatırlar ve özlerim.
Bir gün namaza kaldırırken kulağıma sabah beni de Konya’ya götüreceğini söyledi. İlçeden Konya’ya gitmek her zaman mümkün olan bir şey olmadığı için büyük bir heyecanla kalktım. Babaannem sabah beni güzelce hazırladı ve dedemle Konya’ya doğru yola çıktık. Şehirle ilk temasım ve şehri ilk olarak kokusu ile algıladım, o zamandan beri her şehri koku hafızamda saklarım. Yani Saraybosna’nın, Buhara’nın, Marawi’nin, Timbuktu’nun, Kudüs ve Harar’a kadar yüzlerce şehrin hafızamda yerleşmiş bir kokusu vardır. Konya’nın da kendine has bir kokusu vardır, şehrin rengi başak sarısıdır. Dedemle zaman kaybetmeden Konya’nın tarihi merkezine, Kapu Camii civarına doğru geçtik. Modern şehrin yeni merkezlerine rağmen her şeyi ile Konya’nın çelik merkezi Kapu Camii civarıdır. Yaşam ve kültür bugün kontrolsüzce dağılsa da tarihi şehrin kalbi burasıdır.
Biraz yürüdükten sonra, bir hasır dükkânına ulaştık. Kapısının önünü temizleyen müşfik halli ve sakallı bir genç, içeride hasır malzemelerden ve kamışlardan müteşekkil bir ortam, ot kokusu ve sarı rengin hâkim olduğu bir tablo. Ana tondan kopuk olmayan bir küçük odanın kapısı açıldı ve içeriye buyur edildik. Aksakallı ve sanki insanlığın güzide çağlarından süzülmüş özel bir topluluk ve dedemi görünce ayağa kalkarak hoş bir karşılama. O vakte kadar hiç görmediğim bir muhabbet iklimi. Dualar, niyazlar, mutluluktan mest olmuş ak sakallı güzel müminler. Birbirlerine karşı o kadar muhabbet dolular ki, ilk defa bu kadar muazzam bir iklim görüyorum. Allah için sevmek bu olmalı ve bu kemalata ulaşmış bir toplum en büyük özlemimiz olmalı. Birbirlerine sultanım diye seslenen ve birbirinin sakallarını seven bu güzellik çağın her türlü fenalığına meydan okuyan bir muhabbet kıyamı gibi.
Meclisin itibarca en belirgin büyüğü beni yanına çağırdı, gözlerimden öpüp ismimi sordu. İsmail Mansur dediğimde hayret ve mutluluk içinde ikisine de kurban olayım dedi ve şöylece bir sual sordu. Sen Fatiha’yı bilir misin? Tabii amca Yasin’i bile bilirim. Öylemiii. Maşallah. Haydi, oku bakalım. Başladım Yasin’i Şerifi okumaya. İlk sayfada amin dedim. Ne kadar güzel dinliyorlar, anlıyor ve tekrar tekrar iman ediyor gibiler. Okumam bittikten sonra mekânın en kıymetlisi ben oluverdim. Tebrikler, harçlıklar ve bir sürü şeker ve dualar…. Kurşunla kaynatılmış bir safkan ordu gibi mümtaz bu muhabbet iklimi hep aklımda ve kalbimdedir.
Akşam vaktine doğru Meram tarafında bir bağ evinde yemek ve yemeğin ardından sohbet ve ezkar meclisi kurulacak. Hoş yaz gününde Konya’nın güzel ve özel kokusuna birde Meram Bağları’nın rayihası eklendi. Akşam namazının ardından sofralar kuruldu. Konya usulüne uygun yuvarlak sofraların etrafına yerleşildi. Bazı zatların yanında hallerinde farklılık olanlar da var. Bedenleri itibariyle yetişkin, davranışları itibariyle çocuk gibiler, isimleri meczuplar. Meczup, cezbeye gelmiş demek. Yani gündelik dilde cüretkârca kullandığımız deli ifadesinin yerine edeple kullanılan en doğru ifadedir Meczup. Yemek başlıyor, tüm dikkatim bu insanlarda ve her meczup adeta yanındaki zatın kontrolü ve himayesi altında. Yemesine yardım ediyor ve adeta koruyup kolluyorlar. Babaları olmalılar diye düşünüyor ve ara arada bu farklılığa hayretleniyorum. Nispeten yaşı genç olan bu zatların meczupların babası olma ihtimali de pek aklıma yatmıyor. Dedeme sordum. Dede, bu deliler!!! bu adamların oğlumu? Hayır dedi dedem, onlar yaşça onlardan büyük, onların kardeşleri, dostları ve ihvanlarıdır. Onlardan, bu kardeşleri sorumludur ve ayrıca isimleri meczuptur. Ardından bu ilginin sınırlarının daha derin olduğunu da öğrendim ve gözlemledim durdum gece vakti. Mali durumu oldukça iyi olan bir zatın, yanındaki Mezcup İsmail’in burnunu ve ağzını kendi cebinden çıkardığı mendille silip aynı mendilini cebine tekrar soktuğunu, yemek yedirirken kirlenen elini ağzını yıkadıklarına şahit oldum. Zikir meclisinde kendinden geçerek asimetrik hareketler yapan bu meczupları izlerken ne kadar şaşırdığımı bugün bile hatırlarım. Hatta bu ilişkinin arka planını öğrendiğim zaman ise daha da şaşırmıştım.
Her şehirde olduğu gibi şehrin sokaklarında gezen meczuplar dergah ve İslam kardeşliği telakkisi ve sistemi içinde akrabalık durumuna bakılmaksızın bir ihvana tabiri caizse zimmetlenir. Onun temel ihtiyaçlarından bu ihvan mesul olur. Onu günlük olarak sosyal sistem içinde herkes sahiplenirken, bir kişi özellikle takiple mükelleftir. Cebine harçlığı konur, temiz kıyafetler temin edilir, hatta haftalık olarak ve özellikle Cuma öncesinde muhit hamamında aklanıp paklanması da sağlanır. Cemiyet işlerinde sahip çıkılır ve günlük hakkı olan ikram ve ihsan kendisine sunulur.
Yıllar sonra toplumsal içerme, toplumsal yapı içinde rehabilitasyon ve dezavantajlı toplumsal kesimlerin sosyal sistemde var olması gibi sosyolojik modelleri anlamaya yönelik bir çaba içine girdiğimde bu muazzam toplumsal /dergah sistemini hatırladım. İslam’ın müşfik karakterinin müesseseleştirilmiş bir hali olan bu muazzam sistem bireysel, toplumsal düzen ve dirliğin ana odağını göstermesi açısından oldukça önemli. Bugün vadettiğimiz siyasal modelin odağına insan, merhamet ve kardeşliğin konulması açısından bu model çok önemli ipuçları veriyor. Birbirini sevmek gibi güçlü bir cemiyet servetinin üstüne inşa edeceğimiz bir siyasal, toplumsal modelle insanlığa iyilik ve saadet önerebiliriz. Üstelik Konya modelinde anlattığım kadar yüksek fedakârlık gerektiren bir sistemik çabaya da gerek olmaksızın. Bu kadar konsantre bir kardeşlik örgüsünü aile, cemaat ve cemiyet zemininde inşa etmek için daha az bedel gerektiren bir adımla başlamak zorundayız.
*AGD Mart sayısında yayımlanmıştır.