2008 ekonomik krizinin etkileri henüz devam ediyorken Dubai’ye gitmiştim. Gökdelenleri ile meşhur, her tarafında şatafatın izleri görülen şehir neredeyse ölü evine dönmüş gibiydi. Gökdelenlerin önlerinde her birisi servet değerinde olan arabalar öylesine terk edilmişlerdi. Üzerlerindeki kir ve tozlardan modelleri zor seçiliyordu. Sahipleri hepsini bırakıp kaçmıştı. Çoğunluğu finansal oyunlar üzerine kurulu düzen birden altüst oluvermişti. Birleşik Arap Emirlikleri’nin o cendereden çıkması yıllarını aldı. Yani Amerika’nın Mortgage Krizi ve sigorta sisteminin evrak üzerinde kurguladığı acımasız ve ahlaksız sanal büyüme düzeni nasıl yerle bir olduysa, Dubai de bundan kendisini kurtaramamıştı.
Bugün koronavirüs salgını ile mücadele ediyor ve ekonomik açıdan çok zorlu bir süreçten geçiyoruz. Finans oyunlarının bir kere daha anlamını yitirdiği günleri yaşıyoruz. Bu acı tecrübeden iki ana konunun hayati derecede önemini anlamış olmamız beklenir. Her ikisi de bir ülkeyi en zor zamanda ayakta tutabilecek ana başlıklardır. Bunlar tarım ve yüksek teknolojidir. Bugün ikisini at başı götüremeyen hiçbir ülke bağımsızlığını tam anlamıyla koruyamaz. Adı belki bağımsız olur ama gerçekte bu sadece sözde kalır.
Türkiye, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde tarımda çalışan işgücü oranını yüzde 10’a düşürmek için sonunu düşünmeden kararlar almış ve Anadolu’yu boşaltmıştır. İnsanlar son yıllarda, özellikle İstanbul’a ZIP dosyası gibi sıkıştırılmışlardır. Bu Türkiye gibi bir ülke için taammüden intihara teşebbüs etmek gibi bir şeydir. Tarımsal ürünlere uygulanan kotalar, zaman içinde ithalatı artırmış, hazırcılığı beraberinde getirmiş ve insanların üretimle olan bağlarını zayıflatmıştır. Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında Türkiye’de et fiyatları da çok yüksektir. Türkiye milli gelirinin yüzde 1’ini tarıma ayırması gerekirken bunu hiçbir zaman yapamamış, bu oranın ancak yarıya yakınını tarıma aktarabilmiştir. Bu da sorunları hep ötelemiştir.
Diğer bir konu ise Türkiye’nin yüksek teknolojiye olan zorunlu ihtiyacıdır. Son yıllarda öne çıkan İHA’lar ve SİHA’ların ülkemize yaptığı katkılar ortadadır. Bu örnekler bile başlı başına Türkiye’nin AR-GE harcamalarına bu zamana kadar hiç olmadık kadar bütçe ayırması gerektiğinin delilidir. Türkiye’nin ihracatında kg başına elde ettiği kazanç diğer ülkelerle kıyaslandığında çok düşüktür. 2019 verilerine göre Japonya kg başına 4 dolar, Almanya 3,7 dolar, Güney Kore 2,54 dolar, ABD 2,53 dolar, Çin 1,59 dolar iken Türkiye’nin geliri ise 1,15-30 dolar civarındadır. Bu veriler katma değerli ürünlerin ihracatına ne denli ihtiyaç olduğunun göstergesidir. Bunun yanında ihracatın ithalata olan bağımlılığı yüzde 60’lar seviyesindedir. Bu da neredeyse ithalat yapmadan ihracat yapamamak anlamına gelmektedir. Bu kısırdöngüyü kıracak olan da ülkenin kalifiye beyinlerini harekete geçirecek olan desteklerdir. Bu aynı zamanda yurtdışına en önemli kaynak aktarımı demek olan beyin göçünün engellenmesine de en büyük katkıyı sağlayacaktır.
Tabi bunların hepsinin gerçekleşmesi için Türkiye’de siyaset kurumuna olan güvenin inşa edilmesi şarttır. Bu durum insanların alınan kararlara olan aidiyet duygusunu güçlendirecek ve kısa vadede olumlu gelişmeler olabilecektir. Şeffaflık olmazsa olmazdır. Denge ve denetlemeye açık olmak karar alıcıların da lehinedir. Kurumsallık zorlukların aşılması, hafızanın-aklın muhafazası ve geleceğe taşınması için önemlidir. Her hal ve şart altında adaleti ayakta tutmak için azami gayret gösterilmelidir.
Sonuç olarak tarım ve yüksek teknolojinin geliştirilmesine dönük her türlü yatırım, Türkiye’nin geleceğe daha güvenli bakabilmesinin ön koşuludur. Koronavirüs salgını ile yüzleşmek zorunda kaldığımız bu kriz döneminde, bu süreçten almamız gereken en önemli ders, bu iki hayati alana olan ihtiyacın farkına varmamız olmalıdır.