Dünya, özellikle salgın ile beraber 'özgürlük mü' ve 'güvenlik mi' tartışmalarını daha fazla konuşmaya başladı. Seyahat kısıtlamaları, malların dolaşımında yaşanan duraklamalar, hammadde teminindeki sıkıntılar, navlun fiyatlarının birkaç kat artış göstermesi bu tartışmalara farklı felsefi boyutlar kazandırdı. İçe kapanmacı bir ekonomik model mi daha doğru yoksa bütün dünyayı tek bir pazar kabul eden küresel bir sistem mi daha faydalı soruları bu konulara kafa yoranların ana gündemini oluşturdu.
Bu noktada Çin, tartışmaların önemli bir ayağı olarak öne çıktı. Çin, uzun zamandır uyguladığı devlet kapitalizmi ile aynı zamanda güvenlikçi bakış açısının da öncülerindendi. Yaklaşık 10 yıl önce bir Çinli yetkiliyle Körfez ülkelerinden birisinin resepsiyonunda karşılaşmıştık. Bendeniz kendisine Doğu Türkistan'daki yaşananlar üzerinden eleştirilerimi ifade ettiğimde, o da bana '1,5 milyar insan her sabah kalktığında sizden yiyecek istiyor, giyecek istiyor. Bu temel talepleri karşılamak için çalışırken biz hak, özgürlük gibi taleplere öncelik veremeyiz. İşin doğası bu' mealinde ifadeler kullanmıştı.
Şimdi Türkiye'de iktidarın da ekonomik model olarak Çin'i örnek alacağına dair iddialar ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu ne kadar doğru bilmem ama insanı, onun ruhunu merkeze almayan hiçbir sistemin uzun soluklu ayakta kalması mümkün değildir. Hele de Türkiye gibi bir coğrafyada zengin toplumsal yapıya ve kültüre sahip bir ülkede Çin gibi tektipleştirme projesinin öncüsü olan bir ülkenin uygulamalarının, ne sosyal hayatta ne de ekonomide örnek alınabilmesi mümkün değildir. Tabii ki Çin'in de incelenmesi gerekir. Varsa bize katkı sağlayacak tarafları onlardan da istifade edilebilir ancak Türkiye'nin kendine özgü bir model ortaya koyup, bunu bütün dünyaya sunma gücü vardır. 2000'li yılların başında Avrupa Birliğine kendimizi kağıt üzerinde uyduracağız diyerek, insanlarımızı üretimden çekip büyükşehirlere istif eden bir ekonomik modelden, bugün diğer bir uç noktaya Çin modeline -eğer doğruysa- geçileceğinin söylenmesi anlaşılabilir bir yaklaşım değildir.
Diğer taraftan elbette batılı kapitalizmin ana gayesi de hiçbir zaman insanın mutluluğu olmamıştır. Kimi İskandinav ülkelerinin sosyal devlet politikalarını istisna kabul edersek, kapitalist ekonomik modelin kabaca bir tek hedefi vardır o da kar maksimizasyonudur. Bu hedefe nasıl ulaşıldığının da bir önemi yoktur. Çin'in kendisine özgü inşa ettiği ekonomik modelde de yukarıdaki anekdotta olduğu gibi bedensel ihtiyaçlar merkezdedir. Her iki sistem de sürdürülebilir anlayıştan uzaktır. Dönemsel başarılarla uzun soluklu bir yol haritası inşa edilmesini beklemek hayal dünyasında yaşamak olur. Güvenlik insanın fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçlarına çözümler sunar. Özgürlük ise insanın ruh dünyasına ve temel haklarına atıf yapar. Aslında sadece biri insanı tarif etmeye yetmez. Türkiye'nin özgürlük ve güvenlik dengesini aynı anda sağlayacak bir sosyo-ekonomik modeli hayata geçirmesi gerekir. Bir o tarafa bir bu tarafa savrulan eylem ve söylemler sorunları daha da artırır. Ülkeyi içinden çıkılması zor noktalara götürür. Türkiye her alanda olduğu gibi öncelikle ekonomide de kendisi olmalı, kendi modelini hayata geçirmelidir. Kafa karışıklıklarının maliyeti insanımıza yüklenmekte ve mutsuz bireyler sancılı toplumları ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç olarak Türkiye'nin kendisi olması zor olmadığı gibi tek çıkış yoludur. Başka arayışlar zaman kaybından başka bir şey değildir.