Muslim Port Haber Merkezi | Büşra Zehra Çamdalı

Ocak 2024'te avukat Adila Haşim, Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'nda, İsrail'in Gazze'deki savaş suçlarına açtığı, karşı dünya çapında ünlenen olan davasını sunarak, tarihi kanla boyanmış olan işgalci devleti yargılamaya ilk kez gönüllü olan devlet Güney Afrika’nın duruşuyla ifade etti. Dava, Güney Afrika'nın bu dayanışması hakkında bir çok soruyu beraberinde getirdi. Öyle ki Afrika kıtasının güney ucundaki bu ülke Filistin ile herhangi bir tarihi, dil, din veya ulusal bağı  paylaşmıyor gibi görünüyorsa da bu iki ülkeyi çözülmeyecek bir bağ ile birleştiren bir şey var ki o da “Apartheid kardeşliği”.

Güney Afrika’da, 1948’de Britanya’dan kazanılan ‘şekli bağımsızlık’ sonrasında, Avrupa kökenli yerleşimciler, tarihin en ağır ayrımcı-işgal rejimlerinden birini uygulayarak yaklaşık kırk yıl boyunca ülkede hakimiyeti ele geçirdi. Bu dönemde, hayatın her alanında beyaz yerleşimcilerle siyah yerlileri tamamen ayırmayı amaçlayan ırk ayrımcılığı politikasını veya “apartheid” sistemini benimsediler. Bu politika, yerli halkın doğal kaynaklar içeren topraklarının çoğunu ele geçirme ve sahiplenme ile başladı. Sonra yerli halkı doğal kaynakları kısıtlı bölgelere sürülerek bu kaynaklardan mahrum bıraktı. Bu duruma ek olarak, yerli halk, herhangi bir politik veya sosyal hak, seçme veya seçilme hakkı, eğitim, kamu hizmetlerine erişim,sağlık hizmeti gibi yaşamın temel unsurlarından da mahrum edildiler. Toprağın sahipleri keyfi güvenlik tedbirleri altında ezilirken, işgalci güç ile -emniyet konusunda- işbirliği içinde olan bir hükümetin çatısı altında sahte bir bağımsızlık rüyası ile aldatıldılar.[1]

Büyük ihtimalle benzerliği anladınız.Ancak yine de daha da emin olmak için Güney Afrika hikayesinden bazı isimleri ve terimleri ödünç alıp Filistin ile değiştirdiğimizde İsrail'in suçunu hemen anlayabiliriz. Siyonist varlık, 1948'de Filistin'in tarihi topraklarının yüzde 78'ini gasp etti, ardından 1967'de geriye kalan üzerinde tahakküm kurdu, kuşattı, yerleşti ve yok etti. İsrail işgali, insanlık tarihindeki en şiddetli ayrımcılık rejimlerinden birini oluştururken, kendisini Güney Afrika halkı için, beyaz adamın elinden çektiklerini sürekli hatırlatma aracı haline getirdi. Bunun için, işgal rejimine verilen yaygın desteğe rağmen[2] Adela Hashem, Filistinlileri yok etmek isteyenleri dava etmek, işgalin kurbanlarının aynı olduğunu göstermek ve bize Güney Afrika ve Filistin’in her ikisinin de apartheid tarihinde gerilere uzanmak için ipin ucunu vermek üzere mahkemenin önüne çıktı.

KUDÜS VE CAPE TOWN .. İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ

Kanıtlar Ülkesi" adlı kitabında İsrail akademik ve mimar Eyal Weizmann, Batı Şeria ve Kudüs'teki ırkçı yerleşim tablosunu tanımlamaya çalıştı.Ve hükümetinin ve yerleşimcilerinin yaptığına dair "apartheid" den daha uygun bir kavram bulamadı.Bu terim başlangıçta 1948'de işgal altındaki bölgelerdeki ırkçı ayrımcılığı  tanımlamak ve İsrail hükümetinin Filistinlilere karşı yaptığını şeyi tanımlamak için kullanılan bir terimdi.Ancak İslam’ın araştırması,[3] bu iki örneğe ek olarak (işgal altındaki topraklar ile Batı Şeria ve Kudüs'te), Gazze Şeridi'nin Siyonist rejim tarafından kuşatılması ve işgalcinin yıllardır Gazze semalarına hakim olması ile  somutlaşan üçüncü apartheid modeli içeriyordu.

Üç modelin her birini detaylandırmadan önce: Apartheid nedir? İsrail ve Güney Afrika modellerini birleştiren ve onları ayıran nedir? Bu bağlamda, bu terimin başlangıcının Güney Afrika'daki Afrikalıların diline ait (Beyazların kullanmakta olduğunu) tek bir otorite altına giren nüfus grupları arasındaki zorla ırkçı ayrımı ifade etmekte olduğunu görüyoruz.Bu otorite bu nüfus grupları arasında ırk temelinde ayrım yapar[4]. Bu anlamda apartheid, demokratik ve otoriter rejimler gibi kendi başına bir siyasi sistem haline geldi. Her ne kadar Güney Afrika ve Filistin'deki yerleşim tarihi çok benzer olsa da, Siyonist rejim benzersiz eklemeler ile ırkçı politikalarında Güney Afrika’yı geride bıraktı.

Güney Afrika'nın Britanya'dan bağımsızlığını kazandığı 1930'dan sonra ırkçı ayrımcılığın ortaya çıkmasıyla, 1948'de "Ulusal Parti"nin seçim kampanyası ve "beyaz milletin siyah kültürden korunması" sloganıyla ırkçı apartheid rejimi belirginleşti. Parti seçimleri kazandı, sadece beyazlardan oluşan parlamentosunu oluşturdu ve yaşamın farklı alanlarında ırkçı ayrımcılığı uygulamaya başladı. Bu politika dört temel ilke üzerine kuruldu.İlk ilke ırklar arasındaki coğrafi ayrımdı. Bu ilkeye göre, beyazlar, altın, elmas, limanlar, havaalanları ile dolu toprakların yüzde 87'sinde yerleşirken, milyonlarca siyahi zorla mallarını yağmalanarak gecekondu mahalleli kentlere sürüldü. Bu kentlere "Bantustanlar" adı verildi ve buralar kaynaklar ve hizmetleri açısından yoksuldu.[5] [6]

İkinci ilke, beyazlar ve siyahlar arasındaki demografik ayrımı içeriyordu. Siyahilerin -izole edilmiş bölgelerinden- belirli bir amaçla çıkışlarını kanıtlayan bir geçiş izni olmaksızın beyaz bölgelerine çıkmalarını yasaklayan bu demografik ayrımın ihlali, hapis cezası ile sonuçlanıyordu. Binlerce siyahi Afrikalı, demografik ayrım yasalarını ihlal ettikleri gerekçesiyle tutuklandı.[7] [8]

Üçüncü olarak, bütün bunların mantıklı(!) bir sonuç olarak, yaşamın tüm alanlarında ayrımcılığa gidildi. Okullarda, restoranlarda, sinema salonlarında, hastanelerde, ulaşım araçlarında, işlerde, ibadet yerlerinde ve hatta mezarlıklarda bile. Bantustanlardaki siyahilerin çocukları, düşük ücretli hizmet işlerini yapmaları için yetecek mütevazı bir eğitim aldılar. Ve son olarak, tüm bunlar dördüncü ilke olan siyasi ayrımcılık ile çerçevelendi.Beyazlar dışında hiçbir aday aday gösterilmediği gibi seçilemezdi de. Ve buna ek olarak, siyahlar ‘sembolik bağımsızlıkla’ ödüllendirildiler. Kendi liderleri, yeni milli marşları ve bayraklarıyla özel bölgelerde yönetimi devraldılar.Ancak bu yine beyaz hükümetin egemenliği altındaydı. Bu ise, Bantustan hükümetlerinin tam anlamıyla bağımsız olmayıp sadece simgesel bir bağımsızlığa sahip olduğu anlamına geliyordu.[9] [10]

İsrail ile Güney Afrika'daki ırkçı ayrımcı rejim arasındaki siyasi politikaların benzerliğine rağmen, Al-Alul, işgal devletini sadece ‘ırkçı bir ayrımcı rejim’ olarak sınıflandırmanın, işgalci varlığın, değişmeyen merkezi bir fikre dayanan gerçekliğini azalttığını düşünüyor: Filistinlileri imha etmek ve onların yerine Yahudi göçmenleri yerleştirmek. Apartheid yani ırka dayalı ayrımcılık ise, bu ‘durdulamaz işgal düşüncesinin’ kaburgalarından sadece biridir.

Al-Alul, ırkçı Afrika ayrımcılık rejimi ile Siyonist rejim arasındaki ortak noktaların, her iki rejimin de yerleşimci ve değişimci boyutları, her iki rejimin de bölgede tek demokrasi oldukları iddiaları ve beyazların siyahilere üstün olduğu ırkçı ideoloji üzerinde odaklandığını belirtiyor. Ayrıca, Siyonist doktrinin, İsrail sakinlerini Tanrı'nın seçilmiş halkı olarak gördüğünü ve Filistinlileri ezmeyi amaçladığını da vurguluyor. Bu benzerlikler arasında, 2018'de işgalci devlet tarafından kabul edilen ve "Ulusal Devlet" yasası olarak bilinen parlamento mevzuatının ayrımcılık içerdiği de bulunmaktadır, bu yasa Yahudi olmayanları en iyi ihtimalle ikinci sınıf vatandaşlar yapmaktadır.

Ancak, Siyonist ırkçı rejimin Afrikalı muadili üzerinde üstünlüğü göze çarpıyor, ki bu durum Filistinlilerin maruz kaldıkları maddi ve fiziksel suçların boyutunda ortaya çıkıyor. Güney Afrikalı Profesör ve hukuk uzmanı John Dugard'ın[11] hem Bantustanlar hem de işgal altındaki Filistin topraklarındaki lojistik ve hizmet ile ilgili araştırmalarında zikrettiklerine göre Güney Afrika'daki ırk ayrımcılığı rejimi, Bantustan'ları kendi kendine yetebilmeleri için desteklemek amacıyla okullar, hastaneler ve kötü kalitede olsa da sakinlerine normal bir yaşam sağlayacak yollar gibi altyapıları inşa etmiştir. Ancak Siyonist işgal, Batı Şeria, Kudüs ve Gazze'nin sakinlerini bu basit yaşamsal hizmetlerden bile mahrum bırakmakta, ayrıca ırkçı ayrımcılığa hizmet eden bir duvar inşa etmekte, yağma, yıkım ve bombardıman politikalarını benimsemektedir. Tüm bunlar ve daha fazlası, İsrail modelini Güney Afrika'nın otuz yıl önce sona eren ırk ayrımcılığı rejiminden "daha ırkçı bir rejim" olarak yapmaktadır ve bu rejim Filistinlilerin yaşamlarının her alanında daha ölümcül bir etki yapmaktadır.

VATANSIZ YURTTAŞLAR

 1949'daki işgalci devlet ve Arap orduları arasındaki kalıcı ateşkes sonrasında,  yüz binlerce Filistinli, doğudan batıya uzanan Filistinli Arap kimliği ve Filistin pasaportuna sahipken, kendilerini bir gecede, tüm Filistini işgal eden bir varlığın eli altındaki ikinci sınıf vatandaşlara dönüşmüş buldular.Bu Filistinliler, Siyonist çetelerin onları Nakba sırasında sürgün edemediği şanslı bir azınlıktı; çünkü evlerinde kalabilmişlerdı.Ancak daha sonra kendi ülkelerinde ırkçı ayrımcılığının en kötü uygulamalarına maruz kalan bir etnik azınlığa dönüştüler.

İşgal otoriteleri, Filistinlileri "1948 Filistinlilerinin coğrafi bölünmesi, demografik kontrolü, siyasi hakimiyet ve Yahudi çoğunluğa bağlı ekonomik altyapıya mümkün olduğunca bağlı tutma" amacıyla ilk andan itibaren yöntemlerini uygulamaya koydu.[12] Bu yöntemler , tarıma dayalı halkın ana geçim kaynağı olan topraklara el konulmasını, Filistinleleri toprakları veya mirasları üzerinde siyasi, coğrafi ve kültürel herhangi bir haktan mahrum eden ve Yahudi devletinin Yahudi kimliğini yasalaştırmasını amaçlayan farklı yasal ve yürütme politikalarını içeriyordu. Ve bu durum, işgal altındaki Filistinliler için, yaşamlarını sürdürdükleri yerde, duygusal olarak yaralanmış, toplumsal olarak dışlanmış, siyasi olarak kaybolmuş, ekonomik olarak iflas etmiş ve ulusal olarak zarar görmüş bir ‘gerçek’ meydana getirdi.

Filistinliler, eğitim imkanları olmadan, Yahudilerle eşit olmayan maaşlarla, ki bu da iş imkanı bulabilirlerse, sürekli bir şekilde ayrımcılığa ve ırkçılığa maruz kalmaktaydı. Bu gerçekliğk işgale son verilmediği sürece bitmeyecek bir durumdu, Varlığı, demografik ve kültürel olarak bir tehdit oluşturarak Siyonist devletin temelini tehdit ettiği için Filistinliler, her türlü zulüme karşı savunmasızlardı. İsrail Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü'nün bir çalışmasına göre, İsrail liderleri ve devlet kurumları, "İsrail liderlerinin, devletin kurumlarının, yargının ve eğitim sistemlerinin Araplara karşı yaygın ırkçılığın ve kışkırtmanın önüne geçme görevinde başarısız olduğunu" belirtti.[13]

Apartheid'in en büyük tezahürlerinden biri Filistinlilerin dünya önünde kalıcı bir kimlik kaybı tehdit nedeniyle yaşadıkları İsrail milliyeti yasasıdır.Knesset tarafından 14 Temmuz 1952'de onaylanan yasalara[14] göre, işgal altındaki bölgelere girer girmez dünyadaki her Yahudi'ye vatandaşlığa geçme hakkı verilir. Filistin'de ikamet eden Filistinliler ve oğulları da dahi olmak üzere diğerleri için ise diğer ülkelerin göçmenlere koyduğu şartlar aranır. Vatandaşlığı reddetme kararı ile (İsrail İçişleri Bakanı tarafından karar verilen) temyiz başvurusu hakkı olmayan bir karardır ve bu koşullara dayanarak, bazı Filistinliler bugüne kadar vatandaşlıkları olmaksızın veya pasaport olmadan yaşamaktadırlar.Ve vatandaşlık elde etmek dahi tam yurttaşlık haklarına sahip olmak anlamına gelmiyor. 2018'de Knesset, 62 lehte oy ve 55 karşı oy ile, iki vekilin çekimser kaldığı, "Ulusal Devlet Yasası"nı onayladı. Bu yasa, "İsrail'in tarihi olarak Yahudi halkının vatanı olduğunu" ve buradaki kaderin "yalnızca Yahudi halkına ait olduğunu" [15] [16]belirtir; bu da Başbakan Benjamin Netanyahu tarafından o dönemde "Siyonizmin ve İsrail'in tarihinde dönüm noktası" olarak değerlendirildi. Çünkü, işgal devleti, yıllarca 1948 Filistinli pasaportlarına sahip herhangi bir vatandaşın sahip olacağı haklardan mahrum bırakma çabalarının bir sonucu olarak kabul edilen bu yasayı yürürlüğe koymuş oldu. Ayrıca Filistinliler ‘İsrail devleti, tüm sakinlerinin dinine, ırkına veya cinsiyetine bakılmaksızın tam toplumsal ve siyasi hakları garanti edecektir.’ hükmüne rağmen, İsrail Devleti'ne karşı bağlılık yemini etmeye zorladı.

İsrail hükümetinin Filistinlilere karşı ayrımcılığı, eğitim, sağlık, tarım gibi alanlardaki düşük devlet finansmanı, sürekli ev yıkım gerekçelerinin uydurulması, evsiz bırakılmaları ve kalabalık, yoksul yerleşimlere sürüklenmeleri gibi olgularda açıkca ortaya çıkmaktadır. Havaalanlarında maruz kaldıkları aşağılayıcı aranmalara karşın işgal hükümetinin hassas denetim teknolojilerini sadece Yahudilere veya turistlere uygulaması da dikkat çekicidir. Eğitim ve iş dünyasında, ırkçılık üzerine yapılan bir çalışmada, İsrail hükümetinin temel aşamalardaki eğitimi ve Siyonist okullara ayrılan bütçeyle kıyaslanamayacak şekilde düşük bütçeyle sürdürdüğü ve bu durumun öğrencilerin akademik yeterliliklerini olumsuz etkilediği belirtilmiştir. İsrail'deki eğitim sisteminin, -araştırmacılar İsmail Ebu Sa’d ve Hatem Mahamid'in[17] belirttiğine göre- üniversite kabul sistemlerinde Yahudilere yönelik önyargılı standartları kullanarak sorunu daha da kötüleştirdiği söyleniyor. Yetenek ölçüm sınavı (Bagrut) İsrail okulları öğrencisinin kültürel ve bilimsel yeteneklerine uygun olarak hazırlanmıştır. Filistinli öğrenciler, işgal altındaki ülkede herhangi bir Arap üniversitesinin bulunmaması nedeniyle başka bir eğitim kurumu da bulamamaktadırlar. Eğitimdeki bu zorlukların üstesinden gelmiş olsa bile, Arap öğrenciye devlet tarafından sağlanan kısıtlı maddi destek ve mezun olduktan sonra iş olanaklarıyla ilgili olarak da ciddi bir engelle karşılaşmaktadır. Kamu ve özel sektör, özellikle Filistin mezunları için toplumu geliştirebilecek pozisyonları kapalı tutmaktadır.

1976 yılında İsrail yönetimi tarafından kurulan "Yeşil Devriye" adlı yarı askeri bir birim, Necev Bedevilerini devletin tanıdığı kasabalara göç etmeye zorlamakla görevlendirilmiştir. Bu amaçla, Yeşil Devriye, evlerin yıkılması, sürülerin el konulması, tarım ürünlerinin tahrip edilmesi ve ağaçların kesilmesi gibi bir dizi ayrımcı uygulamayı kullanarak Arap nüfusunu baskı altına almıştır. Ancak bu önlemler yeterli görülmemiş, işgal otoriteleri 2012'de "Yoav" birimini kurarak sürekli olarak yıkımı denetleyen bir polis birimi oluşturmuştur. Örneğin, "Al-Araqib" köyü 2019'a kadar 160 kez yıkılmıştır, bu süreçte tüm baskı olanaklarla uygulanmıştır.[18]

Bu tüm süreç, "Medeniyet ve Bedevilerin Modernleşmesi" sloganını taşıyan bir estetik kılıf altında gerçekleşiyor; İsrail hükümeti bu çerçevede, Bedevileri iddia ettiği gibi 6 modern kasabaya yerleştirdiğini iddia ediyorsa da gerçekte demografik varlıklarını kısıtlıyor. Bedeviler, Negev'in nüfusunun %34'ünü oluşturmasına rağmen, tamamıyla Beer Sheba bölgesinin sadece %1'ine sıkıştırılıyor.[19] İşgalin bu altı kasabayı tanımasına rağmen, Arap kasabaları sürekli ihmal ve altyapı zayıflığından muzdaripler.Bu da, Negev'deki Yahudi nüfusuna sunulan su, elektrik, kanalizasyon gibi yüksek hizmetlere kıyasla belirgin bir eşitsizlik olduğunu gösteriyor. Tüm bunlar, İsrail vatandaşı olan ve varlıklarını tanıyanlar için geçerli; peki, tanınmayanlar için durum nasıldır?

SINIR ÖTESİNDEN ‘APARTHEİD’

 Belçika hükümetinin bakanının nerede yaşadığı sorulursa, cevap kesinlikle Belçika olacaktır. Ancak, İsrail'de, -birçok bakanın başka bir ülkede yaşadığı bir durumda- bu kural pek de mantıklı görünmüyor. Örneğin, İsrail'in Ulusal Güvenlik Bakanı Ben Gvir[20], Batı Şeria'da yer alan el-Halil toprakları üzerine yasadışı olarak kurulan "Kiryat Arba" yerleşiminde yaşıyor. Bölge C'de (Batı Şeria dahil, Doğu Kudüs de dahil) Filistinlilere yönelik tüm ırkçı uygulamaların yaşandığını ifade etmek gerekir. Bu bağlamda, eski Ben Gurion Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Başkanı Neve Gordon, işgalin Batı Şeria'daki politikasını "kesinlikle ırkçı bir politika" olarak tanımlar. İstihkamın iki ayrı yerleşim grubu yarattığını belirtir: Filistinliler ve Yahudi yerleşimciler. Gordon'a göre, "Aynı bölgede iki ayrı yerleşim grubu ve aynı bölgede iki farklı hukuk sistemi olduğunda, bu etnik temellere dayalı bir ayrımcılıktır."

El-Halil’e gelindiğindeyse, 1994'teki İbrahim Camii katliamından bu yana İsrail işgali, şehri "H1" bölgesi (Filistinlilere izin verilen bölge) ve "H2" bölgesi (700 Yahudi yerleşimcinin yaşadığı, Filistinlilere yasak olan bölge) olmak üzere iki bölgeye bölmüştür. "H2" bölgesinde yaşayan Yahudi yerleşimciler, Filistinlilerin içinde yaşadığı büyük sıkıntılara kıyasla olağanüstü bir refah içindedir. İşgal otoriteleri, Siyonist yönetime özgü bir izin sistemi getirerek el-Halilli Filistinlilerin "H2" bölgesi içindeki hareketini kısıtlamış, bu da el-Halilli Filistinlilerin iş yerlerine ulaşmalarını veya sağlık hizmeti alabilmelerini zorlaştırmıştır. Yahudi yerleşimciler için yollar düzeltilirken ve zorluklar hafifletilirken, 20 sürekli ve 14 kısmi kontrol noktası, Filistinlileri refah içindeki yerleşim alanlarından izole etmek için kullanılmaktadır. Bu da Filistinlileri alternatif güzergahları kullanmaya veya hastalar ve yaşlılar[21] için uygun olmayan yüksek merdivenleri tırmanmaya zorlamaktadır.

El-Halil’deki bu ırkçı ayrım Batı Şeria'nın tamamında uygulanan ırkçılığın sadecde bir bölümüdür. İsraillilere izin verilen ama Filistinlilere yasaklanmış yollar Batı Şeria'nın topraklarını her şehri birbirinden izole edecek şekilde böler ve Filistinli için şehirlerinde seyahat etmeyi, çatışmalı ülkeler arasında seyahatten daha zor hale getirir. Bu sıkıntıya, ırkçı ayrımcılığı artıran bir faktör olarak, ayrıca ayrımcı duvar ve çok sayıda güvenlik engeli de eklenir. Duvarın toplam uzunluğu 712 kilometreye kadar ulaşmaktadır (inşa edilen ve inşa edilecek olan kısımları dahil), bu da onu İsrail'in 320 kilometre uzunluğundaki yeşil çizgisinden daha uzun kılar. Duvar, Batı Şeria'nın toplam alanının yaklaşık %9.5'ini oluşturan, Filistinlileri ve topraklarını 150'den fazla yerleşim alanından ayıran bir engel oluşturuyor. Aynı zamanda, yeşil çizgi ile duvar arasında yaşayan 11 binden fazla Filistinliyi dar coğrafi alanlarından çıkamayan mahkumlar gibi bir duruma sokuyor.[22] Bu çıkış sürecini zorlaştıran elektronik bariyerler, duvar boyunca düzensiz aralıklarla dağılmış durumda ve Filistin çiftçisi, manyetik kartına erişim sağlamak için 50 kilometreye kadar yürümek zorunda kalıyor. Oysa ki tarım arazisi sadece bir kilometre uzaklıkta olabilir. İsrail'in kontrolünde olan topraklarda yerleşimciler, düz yollar üzerinde dakikalar içinde seyahat ederken, Filistinliler bu elektronik engellerle mücadele eder. Bu duvar, Filistin ekonomik yaşamını büyük ölçüde etkilemiş, sürekli toprak kaybı ve İsrail kontrolündeki alanların duvarın arkasına alınması, Batı Şeria'nın birçok doğal kaynağın kaybını da beraberinde getirmiştir. Ayrıca, (C) bölgesindeki, Batı Şeria'nın toplam alanının %60'ını oluşturan ve büyük ekonomik kaynakları içeren tarım arazileri ve yeraltı su kaynakları üzerinde de etkisi olmuştur.[23]

İsrail, uluslararası hukuk yasağına rağmen sadece kendi tarafından yerleşim birimleri oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda (C) bölgesinde izinsiz olarak inşa edilen Filistin evlerini sürekli olarak yıkıyor. Bu durum, (A) bölgesindeki yoğun nüfus ve (C) bölgesindeki lisans maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle, ayrımcılığın en şiddetli türlerinden birini oluşturuyor. Ancak bu ayrımcılığı teorik olarak bir devletin diğer bir devletin halkına uygulaması, Birleşmiş Milletler tarafından yapılan sınıflandırmaya göre, İsrail'in kuruluşundan önce yürürlüğe giren ve tanınan tüm uluslararası yasalara aykırı bir durum.Gazze Şeridi'nde durum pek farklı değil; çünkü Gazze, uzun yıllardır  kara, hava ve deniz abluklarına maruz kalmıyor, aynı zamanda İsrail, 1989 yılından bu yana, özellikle İlk İntifada'nın ardından Gazze sakinlerinin manyetik kart olmadan Gazze'den çıkmasını kısıtladı .  İsrail, 2000 yılında El-Aksa İntifadası'nın patlak vermesini takiben Gazze Uluslararası Havalimanı'nı kapatarak, 2001, 2008 ve 2009 yıllarında [24]saldırılar düzenleyerek bölgeye hava ablukası uyguladı. Havaalanı ise tamamen yıkıldı. Deniz açısından da  Filistin Otoritesi ile yapılan anlaşmalara ve uluslararası kuruluşların inşasına yönelik taahhütlerine rağmen, İsrail'in 2001 yılında inşa şirketlerine ait tesislere saldırması Gazze limanının inşaatın durmasına neden oldu. Bu, sektör için büyük bir ekonomik ve kalkınma potansiyeli taşıyan bir projenin daha çökmesine yol açtı.[25]  İsrail, deniz kuşatmasını uygulayarak balıkçıların üç deniz mili dışına çıkmasını engelliyor.Ancak  Oslo Anlaşması'na göre ise yirmi deniz mili izin veriliyor.[26] Bunun bir sonucu olarak balıkçılar, karaya yakın olan bölgelerde balık stoklarının azalması nedeniyle büyük bir krizle karşı karşıya kalıyorlar. Bu durum, 2000 yılında 10.000 balıkçıdan 2019 yılında yaklaşık 3.700'ye düşmelerine neden oldu; bunların sadece 2.000'i günlük olarak çalışmaktadır. Ayrıca, İsrail Deniz Kuvvetleri tarafından sürekli olarak tutuklanmalar ve ateşe maruz kalmaları gibi zorluklarla karşı karşıya kalmaktadırlar. İşte bu işgale yönelik günlük ihlallere karşı Filistinliler, işgal altındaki topraklarda yaşam için hiç bir çıkış yolu bulamazlar. 1948'de işgal edilenler veya 1967'de işgal altına alınanlar, her iki durumda da yaşamak için gerekli olan basit doğal ürünleri bile elde edemezler. Gazze'deki şekilsel bağımsızlık da onlara özgürlük sağlamıyor; çünkü her taraftan kuşatılmışlardır ve temel yaşam malzemelerine erişimleri dahi yasaklanmıştır, çünkü bu malzemeler, ikili kullanıma sahip malzemelerdir ve silah üretiminde kullanılabilirler.

Böylece sınırları aşan, tüm uluslararası değerleri ve yasaları çiğneyen İsrail,Güney Afrika'daki benzerinden çok daha üstün bir ayrımcı rejim oluşturuyor. Ancak büyük fark, Güney Afrika'daki ayrımcı rejimin dünya çapında bir kuşatma ve boykota maruz kalmasıdır, İsrail ise geniş kapsamlı dünya ve Batı desteği almakta ve bu destek, onlarca yıldır sürdürdüğü soykırımı ve hala da devam ettiği suçları beraberinde getiriyor. Bu suçlar dünyanın bu döneminde karşılaştığı hiçbir şeye benzemiyor. Acaba Siyonist ayrımcılık rejimi, bu koşulsuz desteğin tadını çıkarmaya devam mı edecek, yoksa dünyanın vicdanı, bu mahrumiyet içindeki kuşatılmış halkı fark edip merhamet mi gösterecek?

*Yazımız Al Jazeera kanalında yayınlanan makaleden çeviri yapılmıştır.


[1]İslam Şahda al-Alul, Geçmişte Güney Afrika ve Günümüzde Filistin’de İşgal Rejimi ve Karşı Koyma Metodları.

[2]Söylenmeyen İttifak: İsrail'in Apartheid Güney Afrika'yla Gizli İlişkisi

[3]İslam Şahda al-Alul, Geçmişte Güney Afrika ve Günümüzde Filistin’de İşgal Rejimi ve Karşı Koyma Metodları.

[4]A.g.e.

[5]Mona Kavasmi Ve Amal Kez, Güney Afrika'da Irk Ayrımcılığı Politikası ve Nelson Mandela'nın Mücadelesi

[6]Abdulvahhab Payallah, Güney Afrika'da ırkçı ayrımcılık politikasının tarihsel gelişimi

[7]A.g.e

[8]A.g.e

[9]A.g.e.

[10]A.g.e.

[11]John Dugard, Güney Afrika ve Filistin'de ASR Sistemi ve Uygulamaları.

[12] İslam Şahda al-Alul, Geçmişte Güney Afrika ve Günümüzde Filistin’de İşgal Rejimi ve Karşı Koyma Metodları.

İsrail ile 4 Arap Ülkesi Arasında Ticaret Hacmi Arttı İsrail ile 4 Arap Ülkesi Arasında Ticaret Hacmi Arttı

[13]İsrail Irkçılığının Genişliği Ve Araplara Karşı Ayrımcılık , Al Jazeera.

[14]Vatandaşlık .. İsrail'in ırkçı yüzü Haberler, Al Jazeera.

[15]Yahudi Devlet Yasası ... Herhangi bir seçenek var mı?  Al Jazeera.

[16]Netanyahu, Yahudi devletinin hukuku hayalini yerine getirir.

[17]İsmail Ebu Sa’d ve Hatem Mahamid,İsrail'deki Arap Eğitim Servisinde Filistinli Gençlerin Kimliğinin Okul Müfredatı ve Detaylandırılması.

[18]Forum Sivil Eşitlik, Negev'de Barışçıl Yaşam, 2018.

[19]Suha Bishara Ve Nostalin Naamana, ‘Onlara Rağmen’ Bedevi Nüfusunun Negev'deki Yerinden Edilmesi.

[20] Ben Gvir, İsrail Ulusal Güvenlik Bakan,ı Ansiklopedi, Al Jazeera Net.

[21]Bir Grup Araştırmacı, Nüfusun Zorla Yerinden Edilmesi .. Vaka Çalışması: el-Halil Şehrindeki Eski Şehir.

[22]Eyal Weizmann, Oyukların Ülkesi ... İsrail İşgalinin Mimarisi.

[23]Mahmud Jarraba,Batı Şeria’nın İsrail Politikasındaki Konumu ve İki Devlet Çözümündeki Yankıları,

Al -Jazeera Araştırmalar Merkezi.

[24]Oslo'da Çeyrek Yüzyıl .. Gazze Havaalanı Kalıntıları Çöpe Dönüştü.

[25]Ekonomik Muhbir/ İsrail Neden Gazze Limanını Yok Etti?

[26]Gazze Şeridi'nde Balık Serveti, Filistin Ulusal Bilgi Merkezi

Editör: Muslim Port