Bugün 4 Temmuz, yani kitlesel medya araçlarının gezegen üzerinde yaşayan pek çok insanı etkisi altına almasının bir neticesi olarak, artık haberdar edildiğimiz bir gün olduğunu itiraf ederek başlamak istiyorum bugünkü yazıya.

Malum olduğu üzere 4 Temmuz 1776'da yani bundan 245 yıl önce Amerikan kolonileri İngiltere'den bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Tipik, bilindik Amerikan gösteriş, şatafat, abartma ve nümayişlerle her yıl bu Bağımsızlık Günü kutlanıyor. Sanki dünyanın geri kalanının da bilip kutlaması gerekirmiş gibi dayattığı bugünün yıldönümünde aslında kendileri bağımsızlıklarına ne kadar düşkün olduklarını ortaya koyuyor, bunun önemine vurgu yapıyorlar. Ancak bu hakları başkalarına layık görmediklerini de bu noktada dile getirmek gerekir.

Bugün onlar açısından öylesine önemli ki, bugünü güç gösterisi için de kullanmayı iyi biliyorlar. Yakın tarihte bizi ilgilendiren maalesef acı bir 4 Temmuz tecrübemiz de var. 1 Mart 2003'te Meclis'ten geçmeyen Irak Tezkeresi'nin ardından ordu tezkereye sahip çıkmadı diye 4 Temmuz 2003'te askerlerimizin başına Irak'ta çuval geçirmişlerdi. Biz de bu vahim ve onur kırıcı olayı 'müzik notası' seviyesine indirerek geçiştirmeye çalışmış, Kurtlar Vadisi ile intikam (!) alma yoluna gitmiştik.

Türkiye'yi de yukarıdaki tarihler açısından ilgilendirmeye başlayan bu sürecin öncesinde 9 Eylül 2002 günü, Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Doğu'ya demokrasi götürüp tüm insanlığı kitle imha silahlarından kurtarmasının (?) arefesinde ABD Genelkurmay Başkanlığına (Hava General Richard Myers) çok gizli ibaresi ile sekiz sayfalık bir not (Irak: Kitle İmha Silahları Programı Değerlendirmesi Raporu -KİS) sunulmuştu. Bu notlara göre özetle:

* Irak'ın kitle imha silahları (KİS-Weapons of Mass Destruction) hususunda oldukça önemli ilerlemeler sağladığını değerlendiriyoruz.

* Görüşümüz somut kanıtlardan ziyade analitik varsayımlara ve değerlendirmelere dayanmaktadır.

* Irak'ın sahip olduğu nükleer güce ilişkin deliller yok denilecek kadar azdır.

* Irak Savunma Bakanlığı ile yapmış olduğumuz görüşmelerde KİS hakkındaki değerlendirmelerimizi sürekli inkar etmişlerdir.

Hatta bir kutucuk içine, 'Neyi ne kadar bilmediğimizi de bilmiyoruz' gibi okuyanı şüphe ve tereddüte sevk edecek bir cümle de eklenmişti. Yani konunun ne kadar hassas/tehlikeli/vahim olduğunu bilmiyoruz ama bu bilmeyişimiz tehlikenin derecesini de artırmaktadır demek istemişlerdi.

Okuyanda böyle bir etki, şüphe ve hatta korku iklimi oluşturulduktan sonra not, Irak'ın şimdiye kadar dışarıdan bir nükleer silah alıp almadığının kesin olmadığı ama nükleer silah imal edebilecek bilgi ve kapasiteye sahip olduğu ve hatta henüz kullanımda olmasa da uranyum zenginleştirme santralinin inşa edildiği gibi bilgiler içermekteydi. İlginç olan nokta yine bu sayfada da bir başka kutucuk içinde Irak'ın nükleer silah programı hakkındaki görüşün % 90 oranında kesin olmayan istihbarat bilgilerinin analizine dayandığı belirtilmekteydi.

Yıllar sonra yayınlanan bir otobiyografi ile bu bilgilendirme notunun sahibi Donald Rumsfeld, yaşananlarla ilgili düşüncelerini açıklamaya çalışmıştı: Known And Unknown: A Memoir (Bilinenler ve Bilinmeyenler: Bir Hatıra) (Penguin Group USA, 2011).

Kendisinin de belirttiğine göre 2001 yılından itibaren çalıştığı Pentagon'da hatırlatıcı ama daha çok yanında çalışanlara bilgilendirici ve yönlendirici 'snowflakes' (kar taneleri) başlığı altında notlar yazmıştı.

Hem bu notlardan hem de hatıralarından anladığımız kadarıyla Rumsfeld sosyal bilimlerin çeşitli branşlarında sıklıkla kullanılan 'bilinen bilinenler', 'bilinen bilinmeyenler' ve 'bilinmeyen bilinmeyenler' gibi varsayımları ustalıkla kullanarak muarızlarına düşüncelerini rahatlıkla kabul ettirebilmeyi başarı olarak görmüştü. Halbuki Irak'ın, Afganistan'ın ve daha geniş anlamda Orta Doğu'nun işgal edilmesi tamamen onun bizzat kendisinin de emin olmadığı istihbarat raporlarına dayandırılmıştı. Dünya kamuoyunun korkularına 'bilinmeyenler' ile hitap edilmiş ve ABD'nin operasyonları bir şekilde meşrulaştırılmıştı. Bugün geriye dönüp baktığımızda emperyalizmin ve onun bilgiye tahakkümünün yardımlarıyla uluslararası kamuoyu rahatlıkla tabir yerindeyse hemen her şeye ikna edilebilmektedir.

İstihbarat örgütünün çarpıtmaları ile ortaya çıkan başarısızlıkları ve beceriksizlikleri sebebiyle milyonlarca masum insanın hayatını kaybetmesinden zerre pişmanlık duymayacak kadar da onların kalpleri taşlaşmıştır.

İşte geçtiğimiz hafta ölen eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ellerinde kan ve omuzlarında ağır bir sorumlulukla gitti. İnancımıza göre gittiği yerde bütün bunların hesabı kendisinden sorulacaktır. Zaten ölümünden sonra hakkında yazılanların hemen hemen tamamı hiç de olumlu değildir.

Diğer taraftan Bilinen-Bilinmeyen ilişkisindeki üç kategoriye bir dördüncüsü (unknown known – bilinmeyen bilinenler) eklenmiş ve özellikle Rumsfeld'in içine düştüğü acizliği ama aynı zamanda hırslı şahinliği ifade etmekte bir ironi olarak kullanılmıştır. Rumsfeld aslında 'Tanrıyı Kıyamete Zorlamak' için özellikle bu adımları atmış, bu kararları almıştı. O yüzden kadim felsefenin konusu olan neyi bilebileceğimiz ve neleri bilemeyeceğimiz arasındaki ayrıma hiç bakmadı bile. Tabii bu ikisini ayırt edebilme yetisi insana bahşedilmiş en büyük hikmetlerden birisidir.

Burada söylemeye çalıştığımız şey, Rumsfeld'in neleri bildiğinin kendisinin de farkında olmasıdır. Yani, Irak'ın elinde ne kitle imha silahları ne de nükleer silah teknolojisi vardı. Bu 'bilinen'den yola çıkarak insanı korkutan 'bilinmeyen' olgu üzerine bir görüş inşa etti.

Yönetmen Errol Morris'in 2013 yılında Donald Rumsfeld için çektiği belgesel filmde yapılan söyleşilerde satır aralarında aslında bilmediğini bildiğini ama işine geldiği şekilde manipülasyon yaptığını itiraf etmektedir. Aslında bizim çok iyi bildiğimiz 'bilinenler'in başında bu savaşlardan sonra binlerce masum insanın Ebu Gureyb hapishanesinde işkence gördükleri ve hayatlarını kaybettikleridir. Eğer hakikate en kısa yoldan bilinenden bilinmeyene ulaşılacaksa zulüm altında inleyen insanların kanlarının dökülmesine kimin kitle imha silahları sebep olduğu gün gibi aşikardır. Kendilerine bağımsızlık günleri kutlamalarını ama diğerlerine soykırım, zulüm, baskı, şiddet ve işkenceleri layık görenlerin de eskiden bilinmeyen ama şimdi bilinen faillerinin bir gün hesap verecekleri ümidimiz hep var ve olmaya devam edecek.