Dünya koronavirüs öncesi güvenlik mi özgürlük mü sorusuna cevaplar arıyordu. Özellikle Trump, Boris Johnson, Brezilya’da Bolsonaro gibi pragmatist ve popülist liderlerin iş başına gelmeleriyle bu tartışma daha da alevlenmişti. Güvenliğin öncelikli mesele olduğunu iddia edenler, insanın temel ihtiyacının hayatta kalmak ve sahibi olduğu her şeyi ne pahasına olursa olsun korumak olduğunu öne sürerek özgürlük isteklerini lüks ve soyut talepler olarak tarif ediyorlardı. Özgürlüğü savunduğunu iddia edenlerin geneli ise merkeze “birey”i alıyor, güvenliği sağlamanın yolunun da aslında bireysel özgürlüklerin önünün tamamen açılmasıyla mümkün olabileceğini dile getiriyorlardı. İşte koronavirüs böylesine önemli bir tartışmanın tam da merkezine geldi oturdu. Şimdi artık otoriter rejimlerin güçlendiğine dair yorumlar hiç olmadık kadar çoğalmaya başladı. Hatta siyaset kurumuna olan güvenin azaldığı, ülkelerin teknokratlar tarafından yönetilmesi gerektiği yönünde düşünenler seslerini çok fazla yükseltir oldular. Peki, bu tartışmaların arka planında neler var?
Hangi gerekçeler sistemlerin sorgulanmasının ana sebepleri olarak öne çıktılar?
Gelişmiş Batılı ülkelerin maddi güçlerinin verdiği özgüvenle bütün sorunların üstesinden kolaylıkla gelebileceklerine dair algı bu salgınla birlikte yerle bir oldu. Toptancılık yapmadan ifade etmek gerekirse, özellikle Amerika’da yaşanan manzaralar, tuvalet kâğıtları için verilen savaşlar, “sağlık sigortan yoksa öl” mantığının öne çıkması halkın sisteme olan güvenine çok büyük zararlar verdi. Hatta Trump’ın Demokratların yönetimde olduğu eyaletlere sağlık yardımında yavaş hareket etmesi, cimri davranması böylesine hayati bir konuda bile ayrımcılık yapması sistemi temelinden sarsmaya başladı. Bireyin ilahlaştırıldığı özgürlük anlayışı ile birlikte koronavirüs bireysel silahlanmanın da zirve yapmasına sebep oldu. İnsanların devlet mekanizmasının sorunları çözemeyeceğine dair endişeleri arttıkça arttı.
Bunun yanında İngiltere’nin “sürü bağışıklığı” olarak tarif ettiği salgınla mücadele etme stratejisi(!) “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” gibi ruhsuz ve insani olmayan bir yola evirilince, tartışmalar daha da büyüdü. Hele geçen yazıda da ifade ettiğimiz gibi İspanya’da huzurevi çalışanlarının, salgının kendilerine bulaşması korkusundan yaşlıları ölüme terk ederek görev alanlarından kaçmaları, bencilliğin nerelere varabileceğini gösteren çok acı bir örnek oldu.
Bilinen gerçeği bir kere daha ifade edelim. Bugün doğu ve batı medeniyetleri arasındaki kıyaslamasının en net tarifi “Batı’nın ruhu, Doğu’nun aklı” kaybettiği tespitidir. İnsanlık ifrat ve tefrit arasında bocalamaktadır. Kurumsallıklarıyla öne çıktıkları iddia edilen batılı ülkelerin sistemlerinde eksik olan ruh’tur. İlahlaştırılan birey, benmerkezci bir anlayışın tahakkümü altında, çıkışı olmayan bir labirentte başını bir o tarafa bir bu tarafa vurarak kurtulmaya çalışmaktadır. Doğu’da ise Batı’nın ilahlaştırdığı bireyi tamamen yok sayan bir anlayış hâkim olmuş ve bu sefer de “toplumsal bütünlük” ilahlaştırılmıştır. Her ikisi de çözüm değildir. Her ikisi de eksiktir, yanlışlıkları vardır, çıkış olamazlar, insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunları ortadan kaldıramazlar. Olması gereken bakış, bireyin hak, özgürlük ve sorumluluklarının kâmil manada muhafaza altına alındığı, özgürlük alanlarının toplumsal harmoni içinde çok iyi tarif edildiği bir anlayışın öne çıkması, hâkim olmasıdır. Ruhu da aklı da yok saymayan bir sistemle insanlık ancak dert ve sıkıntılarıyla doğru bir zeminde mücadele edebilir.
Dünyada neyi ilahlaştırırsanız, o şey bir gün gelir sizin için büyük bir baş belasına dönüşür. Bunun adı ister kurumsallık iddiasında olan ruhsuz ama gelişmiş sistemler olsun, ister haz bağımlısı, zevklerin kölesi haline dönüşmüş, bencillikte sınır tanımayan bireyler olsun, isterse de toplumu ilahlaştırıp “insanı” yok sayan düzenler olsun fark etmez. Hepsi aynı dipsiz kuyunun yolcularıdırlar.