Beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu'ndan ayrılıp doğu eyaletlerini kontrol eden Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul yaklaşık on bir asır sonra fethedilip el değiştirince elbette pek çok etkisi görülecekti. Kültür olarak Latin unsurlar barındırmayan bu imparatorluk daha çok Grek kültürü etkisinde kalmasına rağmen onlar bile kendilerini Romalı olarak tanımlamışlardı. Zaten Osmanlı da onları, kendilerinin tercih ettikleri gibi Rum olarak tanımış ve dinlerinin temel unsuru olan Rum Ortodoks Kilisesi'ni muhatap kabul etmiştir. 1453 senesinde şehrin Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmasıyla Orta Çağ'ın kapandığı, 1.100 yıllık bir imparatorluğun yıkıldığı ve tarih sahnesine gencecik bir siyasi yapının çıktığı kabul edilir. Şehrin sadece siyasi ve askeri bir başkent olmayıp aynı zamanda ekonomik ve kültürel bir merkez haline gelmesi de uzun sürmemiştir. Bu fetihle Avrupa medeniyetinin yarısı hatta en değerli yarısının kaybolduğu intibaı doğmuş ve yeniden geri alınması hayalleri dini ve siyasi otoritelerin düşlerini uzun süre süslemiştir. Ama bu hayallerin gerçekleşmemesi Avrupa'da başka gelişmelere yol açmıştır. Mesela İstanbul'dan ayrılan kültür erbabı sayesinde Antik Grek eserlerinin Latinceye çevrilerek Rönesans hareketinin başlaması bu şekilde anlaşılabilir.

Osmanlı Devleti'nin başarılı olmasında merkezi eğitim ve hukuk sistemi, farklı ittifaklar kurmak suretiyle değişik etnik ve kültürel grupları bir arada tutabilmesi ama daha çok yöneticilerinin liyakat esasına göre seçilmesi gibi özellikleri sayılabilir. Yeniliklere açık olduğu için de pragmatik bir şekilde başka devletler veya medeniyetlerde gördüğü ve işine gelecek uygulamaları almaktan ve uygulamaktan da çekinmemiştir. Fatih Sultan Mehmet ile başlayan yepyeni bir gelenek devletin barış ve huzur içerisinde yaşamasına imkan vermiştir: Millet sistemi.

Bugün dünyanın en seçkin üniversitelerinde tarih bölümlerinde Osmanlı tarihi özenle incelenmektedir. Modern dünyada artan göçler sebebiyle artık ulus-devletlerin tek bir kültürel grup değil de farklı etnik gruplardan oluşması kaçınılmaz olmuştur. Sosyal bir problem olarak görünen bu durum karşısında modern devletler farklı yöntemler geliştirmeye çalışmıştır. Örneğin asimilasyon politikaları ile sonradan gelen gruplar hakim konumdaki kültürün içerinde yok edilmeye çalışılmıştır. Dinlerinin ve dillerinin değiştirilmeye zorlanması en çok karşılaşılan durumdur. Sözde daha insani olan tavırda ise farklı grupların 'ikna edilerek' hakim kültüre 'uyum sağlamaları', entegre olarak ahenk içerisinde yaşamaları arzu edilmiştir. Fakat adapte olamadıkları gerekçesiyle toplumdan dışlandıkları da sıklıkla görülmektedir. Bize en başarılı örnek olarak sunulan 'erime potası' fikri ise Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluş aşamasında hiçbir grubun hakim olmadığı görüşünden yola çıkılmış ve oraya göç eden herkesin kültüründen bir parça eritme kazanına atılarak ortaya yeni bir kültür çıkacağı gibi yanılgıya yol açmıştır. Her kültürden bir parçayı kazanın içine atarak onları kaynatıp pişirerek yeni bir yemek ortaya koymak belki mutfakta kabul edilebilir. Fakat kültürler, dinler, diller, adet ve gelenekler söz konusu olduğu zaman ortaya garip bir şey çıkması kaçınılmazdır. Nitekim ABD'nin bu girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Bugün nüfusu yaklaşık bir milyar olan Avrupa da benzer şekilde kendisine sonradan dahil olan gruplarla nasıl baş edebileceğini bilememekte ve panik olmaktadır. Çok kültürlülük veya çoğulculuk gibi kavramları ortaya atan Batı medeniyeti, başka medeniyetler benzer sorunları nasıl çözmüş diyerek araştırırken Osmanlı tecrübesi ve Endülüs Emevi tecrübesine rastlayınca hayran kalmışlardır. Bu sebeple Osmanlı araştırmaları en gözde akademik alanlardan birisi haline gelmiştir. Tarihte eşine pek rastlanmayan bir örnek olan Osmanlı, bünyesinde bugün galat-ı meşhur haline gelmiş 72 milletten insanı büyük bir başarıyla barış, huzur ve ahenk içinde yaşamasına imkan vermiştir.

İslam dininde zaten mevcut olan gayr-i müslimlere nasıl davranılması gerektiğine dair nizamlar Osmanlı Devleti'nde de yol gösterici asıl prensipler olarak uygulanmaya çalışılmıştır. Batı medeniyetinin en büyük eksikliklerinden birisi de bu husustur. Kendilerinden olmayan gruplarla bir arada yaşama tecrübesi hemen hemen hiç yoktur. Zaten kazara böyle bir durum meydana geldiyse bile çatışmaların çıkması kaçınılmaz olmuştur. Kendilerinden olmayan Yahudi, Protestan, Katolik ve elbette Müslüman azınlıklar hep hedef olmuş ve toplumdan dışlanmışlardır.

Bugün Osmanlı tarihine dair Batı'da yapılan araştırmalarda siyasi sistemi açıklamakta 'tebaa, cizye veya vezir' gibi bazı Türkçe kelimeler yabancı literatüre geçmiştir. Ama 'the millet system' şeklinde kavramsallaştırılan kullanım son zamanlarda daha çok popüler hale gelmiştir. Belki daha önce İspanya'da convivencia olarak adlandırılan uygulama Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin 'bir arada' ama daha önemlisi birlikte yaşayabildikleri oldukça mühim bir örnektir. Fakat 'millet sitemi' İstanbul'un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından bir devlet politikası haline getirilmiş ve gayr-i müslim tebaanın devlet ile nasıl ilişki kuracakları kurallara bağlanmıştır. Yine yabancı literatürde 'milletbashi' olarak geçen dini grupların en üst seviyedeki din adamları vasıtasıyla ilişkiler düzenlenmiştir.

Asırlar sonra Batı'da bile bugünkü problemlerine bir çare olarak düşünülen bu uygulamaları -dinimizde olmasının avantajıyla- bizzat ortaya çıkaran bir millet olarak tüm dünyaya örnek olmamız gerekir. Çoğulculuğu asırlardır uygulayan bir millet olduğumuz için bugünkü toplumsal çatışmaların yaşanmasını önlemek adına en azından fetih yıldönümlerini kutlarken bunların tekrar dile getirilmesi ve herkese örnek bir şekilde uygulanması temennisini içimizde canlı tutmamız önemlidir diye düşünüyorum.