Ruanda, tarihteki en kanlı katliamlardan birine şahit olmuş bir Doğu Afrika ülkesi. Bir milyona yakın insanın öldüğü, bundan daha fazla insanın evlerini kaybettiği, birileri yeter diyene dek insanların birbirini öldürdüğü acı bir hatıraya sahip.

Katliamın yaşandığı 1994 yılına gitmeden önce, bölgenin etnik ve ekonomik şartları hakkında bilgi sahibi olmak, o dönemin daha rahat anlaşılmasını sağlayacaktır. Ruanda, nüfusun büyük çoğunluğunun tarımda çalışarak kazancını sağladığı bir ülkeydi. Nüfusun neredeyse sekiz milyona dayandığı bu dönemde tarım dışı üretimin sınırlı olması ve işlerin ekonomi alanında pek de iyi gitmemesiyle beraber ülke içinde çeşitli karışıklıklar yaşanmaya başlamıştır. Ancak olayın daha eskiye dayanan bir tarihi bulunmaktaydı.

Doğu Afrika, kısımları farklı olmak üzere Portekizlilerin, Belçikalıların, Almanların, İngilizlerin, Arapların tarihin farklı zamanlarında yerleştiği bir bölge. Hint Okyanusu kıyısında olması sebebiyle pek çok başka milletin de uğradığı işlek bir Afrika bölgesi diyebiliriz. Ruanda da bu bölgenin nispeten daha iç kesiminde kalan ve bağımsızlığına dek Alman ve Belçika sömürgeleri görmüş bir ülkedir. On birinci ve on beşinci yüzyıl aralığı incelendiğinde Tutsi olarak bilinen ve yaşayış biçimi olarak Etiyopya’daki Oromolara benzetilen insanların baskın olduğu bir bölge görmekteyiz. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde on beşini oluşturan Tutsilere karşı diğer millet olarak nitelendirilen Hutular ise nüfusun yüzde seksenini oluşturmaktadır. Tutsiler, Hutu ve Twalara karşı siyasi, ekonomik ve askeri olarak üstünlük sağlamışlar ve bölgenin yönetiminde söz sahibi olan millet olmuşlardır.

Alman ve Belçikalıların Sömürge Yönetimi

1885’teki Berlin Konferansı’nda Afrika’nın Batı ülkeleri tarafından paylaşımının yapılması sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen süre boyunca, bugünkü isimleriyle Ruanda, Tanzanya ve Burundi Alman Doğu Afrikası’nın parçaları olmuşlardır. Ruanda Almanlar tarafından yönetilirken daha küçük idare bölgeleri Tutsi liderleri tarafından yönetilmektedir. Öyle ki belli bir süre sonra Almanlar yönetim kabiliyetleri açısından Tutsilerin normal bir Sahra altı Afrika milleti değil, kökeni eski Mısır’a dayanan (Hamatik) bir ırk olduğunu savunmaya başlamışlardır. Elbette bu, kökeni ne olursa olsun bağımsızlığından uzak Ruanda halklarına herhangi gerçek bir hak veya ayrıcalık getirmemiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olan Almanya bölgeden çekilmek zorunda kalırken, bölgenin yeni sahiplenicisi Belçika olmuş ve Milletler Cemiyeti mutabakatına göre bölge Belçika Mandası ilan edilmiştir. Bölge halkı, kendi toprağında yabancı muamelesi görmeye devam ederken Almanların yeterince sömürdüğü yerler artık Belçika tarafından sömürülmeye başlanmıştır. Belçikalılar, tarım ve altyapı projelerine yönelerek bölgeyi daha verimli kullanmanın planlarını yapmış ve bunun sonucunda özellikle ucuz ve hatta ücretsiz iş gücü için yerel halkı kullanmıştır. Çalışmaya zorlanan yerel halk herhangi bir itiraz veya başarısızlık durumunda cezalandırılmıştır. Şartları giderek ağırlaşan Hutular ve bazı Tutsiler göç etmek zorunda kalarak Uganda’nın kuzeyinde ve Kongo’nun güneyinde göçmen olarak yaşamak zorunda kalmıştır.

1934 yılında Belçikalılar tarafından geliştirilen yeni bir kimlik sistemi halk arasındaki ayrışmayı daha da arttırır. Buna göre halk, Tutsi, Hutu veya Twa milletlerinden hangisine mensup olduğunun gözüktüğü bir kimlik sistemine tabi tutulur. Büyükbaş hayvan sahibi olmanın ve sayısının kimlik için belirleyici bir faktör olduğu sistemde halk resmi olarak bölünmüştür. Aynı yıl, Hutu oranı yüzde seksen beşin üzerindeyken yönetimde söz sahibi olma oranı tam tersi durumda bulunmaktadır. 1957’deki Hutu Manifestosu, Belçikalıların getirdiği kimlik sistemine göre ırksal bir çerçeve çizer. Hutular, ekonomik, siyasi ve eğitimsel durumdaki Tutsi hakimiyetinin bir ırk monopolisi olduğunu belirtip Tutsileri dış destekli istilacı olarak yaftalarlar. Meselenin bundan sonrasının bir iç çatışmaya dönmeme ihtimali yoktur ki öyle de olur. Ancak Belçikalıların yaptığı bir hamle, görevdeki Tutsilerin yerine Hutuların atanması işin boyutunu iyice değiştirecektir. Bu hamle sonrasında binlerce Tutsi ölür ve binlercesi de göç etmek zorunda kalmıştır. 1960 yılında yapılan genel seçimlerde Hutu partilerinin çoğunluğu kazanması ülkedeki dengeyi tepetaklak etmiştir. Hutu Manifestosu’nun yazarı Gregoire Kayibanda’nın başkan olması sonrasında Hutular güçlerini iyice arttırdılar. Nitekim artık bölgede kalmanın maliyetinin iyice fazla olduğu bir süreçte Belçikalılar, Ruanda’da yapılan referandum sonucunda ülkeden çekilmeye başladılar. Ruanda 1 Temmuz 1962’de bağımsız oldu. Burundi’deki Tutsi yanlısı hükümet ve Tutsi mültecilerin ülkeye dönmekle ilgili çabaları iki tarafın da çeşitli kayıplar vermesi şeklinde devam etti.

Ruanda hükümeti tarafından koyulan yüzde dokuz kuralı, okul, iş gibi alanlarda Tutsilerin bulunabileceği resmi sınırı gösteriyordu.

Çatışmanın Arttığı Tek Parti Dönemi

Juvenal Habyarimana’nın 1973 yılında ülkenin başına geçerek İkinci Cumhuriyeti ilan etmesi sonrasında Tutsi karşıtı politikalara da hız verildi. Tek parti diktatörlüğü ile kontrolü eline alan yeni başkan, Tutsileri sosyal hayattan dışlamanın planlarını yapıyordu.

Uganda’da bulunan Tutsilerin Ruanda’ya silahlı şekilde geri dönmesi, ülkeyi artık kuzey-güney ayrımına tabi tutmuştu. 1990 yılında Habyarimana’nın Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile görüşmesi ve kendisine verilen çok partili hayata geçiş tavsiyesi, Ruanda’da daha ırkçı olan diğer partilerin oyuna girmesini sağladı. Öyle bir nefret dili kullanılmaya başlandı ki, gazetelerde iki milletin birbiriyle çalışmaması, görüşmemesi, evlenmemesi ve bunları yapanların hain olarak nitelendirmesi gerektiğine dair manifestolar yayımlandı.


Fotoğraf: Gilles Peress

Suikast ve Soykırım

Ülkenin içine girdiği kriz, onu büyük bir felakete doğru sürüklüyordu. 6 Nisan 1994 tarihinde Başkan Habyarimana’nın uçağı Kigali’de füze ile vurulup düşürülmüştü. Aynı zamanda Burundili mevkidaşı ve uçakta bulunan diğer kişiler de Habyarimana gibi bu suikasttan kurtulamadı. İki Hutu devlet adamının suikast sonucu hayatını kaybetmesi kan akıtmak isteyenlere gerekli ortamı oluşturdu. Tutsilerden oluşan Ruanda Vatansever Cephesi saldırıdan sorumlu tutuldu. Yabancı gözlemcilerin çoğunun suikastın Ruanda Silahlı Kuvvetleri’nin aşırıcı subayları tarafından düzenlediği iddiası ise hala aydınlatılamadı. Öyle veya böyle, Ruanda’daki durum şiddet yanlılarının işine gelen bir noktaya gelmişti. Ölümünden bir ay önce Hutu yanlısı yayın yapan Kangura’da çıkan “Habyarimana Mart’ta Ölecek!” başlığı, işin önceden kurgulandığını düşünenler için sağlam bir argümandır.

Saldırının gerçekleşmesinden hemen sonra radyoda resmi anonsun yapılması ve Interehamwe milislerinin silahlanarak Kigali’de yolları kapatması bir saat içinde tamamlanmıştır. 6 ve 7 Nisan’da yollardaki herkesin kimlikleri kontrol edilmeye başlanmış, Tutsi, muhalif Hutu ve insan hakları aktivisti avı başlatılmıştır. Komşu komşuyu, koca karısını, doktor hastasını sırf Tutsi diye öldürmüştür. Soykırımın simgesi olan ve pek çok evde bulunan palalar ortaya çıkmış ve Kigali kan gölüne dönmüştür.


Fotoğraf: AFP

Radyodan yapılan hamamböceklerinden kurtulun çağrısı, Tutsileri öldürün anlamına gelmektedir. Olayların sonrasında bazı rahip ve rahibeler bile kiliselere sığınan insanların katledilmesi konusunda suçlu bulunmuşlardır. Olayların organize edilmesinde sayıları bin beş yüzden fazla olan ve Fransızlardan eğitim almış Başkanlık Korumaları’nın etkili olduğu söylenmektedir.

Soykırımı Kim Durdurdu?

Bu sorunun cevabının Birleşmiş Milletler olacağını düşünen varsa fazla iyimser olduğu söylenebilir. Bosna’da, Arakan’da sahnede en az kim vardıysa Ruanda’da da bu durum değişmedi. Bölgede bulunan Belçika güçleri ve BM askerleri verdikleri on kayıptan sonra tamamen ortadan kayboldular. ABD, Somali’deki kayıplardan sonra herhangi bir Afrika çatışmasına karışmamaya kararlıydı. Fransa, kendi vatandaşlarını bölgeden kurtarmak için asker gönderdi. Sonrasında kendince kurduğu güvenli noktalar soykırımı durduracak kadar güvenli değildi.


Fotoğraf: AFP

Daha sonra Tutsi güçlerinin Uganda’dan Ruanda’ya girmesi sonucu bu kez sivil Hutu katliamları yaşanmıştır. Yeni göç dalgaları, Ruanda, Uganda ve Demokratik Kongo’ya kadar uzanan bitmek bilmez bir çatışmanın alanını genişletmiştir. Üç aydan biraz daha fazla bir zaman diliminde sekiz yüz bin Ruandalının ölümü ile sonuçlanan kara günlerden sonra bugün ülke farklı bir kimliğe bürünmektedir.

Ruanda Yaralarını Sardı

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülen davalar ve ardından Ruanda mahkemelerine konu olan suçlardan sonra Ruanda, ekonomik ve sosyal açıdan çok başka bir yöne doğru gitmektedir. Soykırımda Fransa’nın payını cesurca dile getiren Başkan Paul Kagame, Ruanda’nın yaşadığı acı günleri geride bırakması için önemli adımlar atmıştır. Bugün Ruanda’da etnik ayrımcılık üzerine konuşmak yasak. Toplum bu hassas konuyu konuşmayarak geçmişteki acısı taze anıları unutma yoluna gitmek zorunda. Unutulan soykırım tekrarlanır ilkesinden yola çıkarak, katliamları unutmadan, farklı ve ileriye bakan bir ülke hayal etmek mümkün. Bundan yıllar sonra, Ruanda’nın doğal güzellikleri ve gülümseyen insanı ile hatırlanmasını temenni ediyoruz.