İnsanlık en zorlu imtihanlarından birini yaşıyor. Korona
salgını tüm dünyayı kasıp kavururken, modern idrakler, olgunlaşmış !!!
kanaatler, yeryüzünün ısrarlı kehanetleri, sofistike modern düşünceler ve
tekamül etmiş paradigmalar ve telakkiler sorgulanmakta ve insanlar bu kadar
sorgunun neticesinde dünyanın yeni bir nizama geçeceğine inanarak ve derin
vehimler yaşamaktadır. Bu virüs bir değişim sürecini tetiklemekte ve virüs
sonrasında Dünya’da bazı değişikliklerin olacağı kesin gibi durmaktadır.
Tüm Dünya’da kendini hissettiren değişimlerden biride
insanların kentlerden köy ve kırsala göçme arzusudur. Tüm Dünya’da benzer
şekilde ortaya çıkan bu davranış biçimini değişimin ilk ipucudur. İnsanlar
herhangi bir zorlukla muhatap olduklarında köylerine doğru çekilme güdüsü ile
hareket etmektedirler. Bunun psikanalitik boyutları ya da insanın ontolojik
tarafları ile ilişkili bir davranış olduğunu düşünsem de köy ve kentin insan
yaşamındaki anlamıyla da ilişkisi var. İnsan neden yaşadığı afet yada
sorunlarda köyüne dönme eğilimi içine girmektedir. Köy insanın saf
yalnızlıklarında ve korkularında bir sığınağa dönüşmektedir. Zorluklarda ana
kucağı gibi insanı sarıp sarmalayan köy ile şehir arasında müşfikliğin ötesinde
ne tür bir fark vardır ki, insanoğlu köye çekilmektedir.
Anadolu insanı genellikle ilk yaşamına köylerde başlamıştır.
Kentin savruk var oluşuna karşılık köy kendiliğimiz olmalıdır. Kadim
bağlarımızı, aidiyetlerimizi, içli ve derinlikli öykümüzü, örf ve ilk saf
deneyimlerimizin imkânı köylerdir. Uzun bir zamandır kentin bize sunduğu imkânlar
adına terki diyar ettiğimiz köyler sığınak olarak zihnimizin bir kenarında
duruyor olmalı ki yaşadığımız ilk krizde köye rücu edişimiz zihnimizde
beslediğimiz bu düşünceden mülhem olmaktadır. Mutlaka kent hayatımızda bir
türlü içselleştirilemeyen deneyimlerimizde bu kararlarımızda etkili olmaktadır.
Sosyoloji eğitimimi alırken uzun uzun köy ve kent sosyolojisi
okumaları yapma fırsatı bulmuşsam da o gün hocalarıma yapığım şu eleştiri
bugünde caridir. Köy sosyolojisi ve köy monografilerinde Amerikan tipi köy ve
modern batı kenti ile çokça temas ettiğimizden duyduğum rahatsızlığı ifade
ettiğimi bugün gibi hatırlıyorum. Amerikan tipi teorik köy okumaları ile modern
kapitalizmin mahsulü kent arasında sıkışmış bir sosyoloji okumasına bugünde
itirazım caridir. Zira derinlikten uzak bu okuma biçiminin coğrafyamız köy ve
kırsal yaşamını; İslam ve doğu şehrinin medeniyetin mahsulü olduğu gerçeğini ve
sosyolojik derinliğini ihmal ederek kapitalist toplumların köy ve kentini
merkeze alarak okumak, sosyolojik perspektifi aşan bir noksanlık olmalıdır. Tam
da burada bugün yaşadığımız her türlü zorlukta niçin köyümüze dönme, kırsala ve
toprağa dönme çabası içine girdiğimizi anlamak daha da mümkün hale geliyor.
Doğu ve Batı Arasında
Köy ve Şehir
Korona Virüsü ile ilgili süreç derinleştikçe insanlar şehirlerden
köylere doğru hızla hareket ettiler. Hatta Avrupa’da ve büyük kentlerimizde
yaşayan pek çok insanımız hızla hareket ederek köylerine doğru geriye doğru göç
sürecini başlatmış oldu. Gerçi bu süreç hastalığın kırsalda yayılmasına sebep
olduysa da insanlarımızın yaşadıkları afet ve sorunlarda köyüne dönme davranışı
köy ve kentin insana sunduğu fırsat ve nimetler arasında yeniden düşünülmesi
gerektiğini ortaya koyuyor. Zira konuştuğum tüm dostlarım mutlaka bu geriye
doğru göç konusunda oldukça ilgili gözüküyor. Bu göç sürecini dikkatle
izlediğim günlerde Aliya İzzet Begoviç’in Doğu Batı Arasında İslam eserini
okurken onun köy ve şehir konusundaki yaklaşımını da hatırlamış oldum. Bu
nedenle çok boyutlu bir konu olmakla birlikte Korona sürecinde insanımızın köylere
yönelik geri çekilişini anlamamıza katkı sağlayan ve köy,şehir telakkilerimizi
etkileyecek yaklaşımlarını paylaşmak ve değerlendirmek istiyorum.
Şairler büyük şehirlerin “cehenneminden”, marksistler ise “köyde yaşamak deliliğinden” (Manifesto) bahsederler. Şehrin reddedilmesi her ne kadar gayrı fonksiyonel ise de sırf insanî bir reaksiyondur. Her insan bir ölçüde şair olarak kabul edilebilir. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini protesto, din, kültür ve sanattan geliyor(Begoviç,2006:104 ). Şairler insanlığın hassas antenleridirler. Onların kaygı ve kuşkularına göre hüküm verecek olursak, dünya hümanizme doğru değil, insaniyetsizleştimeye ve kendi kendine yabancı olmaya doğru seyrediyor (Begoviç, 2006:123). Şairler içli bakışları ve hesapsız tavırları ile isyanların açık savaşçılarıdır. Birer işaret fişeği gibi yüksek ilgi, algı, belagat ve betimleme kabiliyetlerini insanlığın yön gösterici mihmandarları olarak ortaya koyabilirler. Aliya’nın ortaya koyduğu gibi şairler saflığa, sadeliğe olan ilgileri ile örselenmiş toplumsal ilişkilerin mekânı kentlerden istiğna gayretine girmektedirler. Marksistler ve kapitalistler materyalist var oluş imkânını ancak kentlerde var kılabilecekleri ve üretim, tüketim döngüsü içinde insanı mahkûm etme fırsatına kentlerde imkân bulabilecekleri için kırsalla ve köy ruhu ile kavgalı bir görünüm ortaya koymaktan imtina etmeyeceklerdir. Hatta Marks işi biraz daha ileri götürerek proleter değersizlik içinde algıladığı köy halkını patates çuvalına benzetmekte de geri durmayacaktır.
Aliya
şehir büyüdükçe iffetin noksanlaştığına inanmaktadır. İlgili eserinde şöyle
söyleyecektir: ‘ Dindarlık, şehrin büyümesiyle azalır; daha doğrusu, bu azalma
insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik unsurlarının
birikmesiyleberaber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök
de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman,beton, teknik
ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, okadar da çok kitle oluruz.
Şehir ne kadar büyürse, cinayetler de o nispetteartar. Dindarlık şehrin
büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur. Bu iki fenomenin
sebebi aynıdır (Begoviç,2006:104 ). Saf ve billur olandan her kopuş insanın öz
yitimini ve değer kaybı sorununu getirecektir. Kent’in var ettiği modern
kapitalist ilişki döngüsü insanı otomatik bir sistem aygıtı haline getirecek ve
bu otomatik döngü yaşamın temel önceliklerinin ıskalanması gibi bir sorunu
besleyecektir. Tabii burada temel anlamda eleştirinin nesnesi hale getirilen
modern, mekanik ve betonlardan müteşekkil batı kenti olacaktır. Pek tabi Ruhu
olan İslam şehri bu mekanik şehrin uzağında olup bu tartışmanın dışında
kalmalıdır. İslam şehri tüm fonksiyonları ile tarihin fulü ikliminde bir hayal
nesnesi olarak durmaktadır. Tüm sadeliği, irfaniliği ile gelecek tahayyül ve
programımızda anlamlı yerini de almalıdır.
Köyde
insan yıldızlarla süslü gök, çiçeklerle dolu kırlar, akarsu, bitki ve
hayvanları müşahede etmeye fırsat bulur. Her gün tabiat ve onun tezahürleriyle
doğrudan doğruya temastadır. Zengin folklor, düğün âdetleri, türkü ve
oyunlarda, köylü, sadece seyirci olmayıp, umumiyetle aynı zamanda iştirakçi da
oluyor. Bunlar sayesinde o, bir ölçüde kültürel ve estetik yaşantıya kavuşuyor
(Begoviç,2006:105 ). Aliya’nın tasavvurunda yer alan köy saflığı, temizliği ve
tabii olanı ifade eder. Aslında sadece Aliya’nın zihninde değil hepimizin gönül
dünyasında saflığı resmederken kullandığımız ölçü, tabiat ve köylerdeki
yaşamlarımızdır. Tabiatın bahşettiği nimetler yanında doğuşlara şehadetimiz,
toprak ve toprağın münbitliğinde mest oluşumuz da bizi alıp köyümüze götürür.
Aynı zamanda kültür ve ilişkilerin hoyratlığından bıkan şehir insanı için köy
etkileyici bir kültür nümayişi olarak ta oldukça ince manalar içermektedir. Gerçekten
de bugün virüs’ün insanlarda yarattığı korku ve küresel vehim iklimi ile
insanların ana saflığında Anadolu’ya iltica ve hicretleri azımsanamayacak bir
içsel davranıştır.
Şehir
insanı ise, bundan hemen hemen tamamen yoksundur. Büyük şehrin normal sakini
güzel ve orijinal olan her şeyin kaybına maruz kalmaktadır. Ekseriyetle o aynı
biçimdeki kışlalara benzeyen evlerde büyür, seri imalatın çirkin mamulleriyle
çevrilidir ve içi de kitle iletişim vasıtalarınca aktarılan pasif bilgilerle
doldurulur. Bütün primitif milletlerde görülen “ritim” hissi modern insanlarda
hemen hemen kaybolmuş durumdadır. Şehirlilerin sanat ve umumî olarak estetik
yaşantı için daha fazla fırsat buldukları kanaati, çağımızdaki en acayip
yanılmalardan biridir. Şehir nüfusunun ancak çok cüz’î bir kısmının ziyaret
ettiği konser, müze ve sergiler, köylülerin her gün muazzam güneş doğuşu veya
ilkbaharda tabiatın uyanışı manzarası karşısında, belki gayrı ihtiyarî,
yaşadıkları pek kuvvetli estetik heyecanın yerini takriben bile dolduramaz.
Şehir nüfusunun en büyük kısmı en kuvvetli heyecanını futbol ve boks
karşılaşmalarında bulur. Köylülerin etrafında her şey canlı ve orijinal,
işçilerin etrafında ise her şey ölü ve mekaniktir.
Aliya
kapitalizmin ve marksizmin derin fay hatları ile birbirine yaklaşıp ta en
kavgalı olduğu Batı’nın orta yerinde bir büyük gözlemcidir. Aliya iki çatışma
ikliminin ortasında İslam medeniyet perspektifi yanında Osmanlı millet
derinliği içinde meselelere bakmaktadır. Kapitalizm ve Marksizm arasında ki suni
çatışmayı bizzat içinden izlerken ait olduğu İslam medeniyet perspektifi ve
güçlü rasyonalitesine vurarak en güçlü zihinsel sağlamayı yapmaktadır. Onun
eleştirinin merkezine koyduğu aslında kapitalizmin ve Marksizm’in modern
kentidir. Zira insanı örseleyen ontolojik bağlamından kopararak sunileştiren
her türlü materyalist duruma itirazı vardır. Aliya’nın 0 yıl öncesinde
resmettiği ile bugün arasında yapısal olarak hiçbir fark yoktur. Sadece büyük
bir ferasetle o günden bakarak bugünün insanlığının travmatik durumunu kumayı
başarmıştır. İşte tüm bu sebeplerle insanoğlu yaşadığı her türlü travma’nın
kaynağının modern kenti de var eden küresel materyalist süreç olduğunu bilerek
kendi öz anlam dünyasına, dağlara, tabiata, ana kucağına dönme güdüsü ile
hareket etmektedir. İlahi ölçülerle uyumlu bir medeniyet fıtrat odağı ile
kurduğu dengeli ilişki sebebiyle bu sadeliği her zaman yüceltecektir. Bu
sadelik ve tabiat, gelenek odaklı yaşamın da terakkiye mani olmadığı açıkça
ifade edilmelidir.
Kaynakça
Begoviç, Aliya İzzet;2006, Doğu ve Batı Arasında İslam: Nehir Yayınları, çev. Salih Şaban, İstanbul